Kategori arşivi: Arşiv

Büyük Laflar; Vizyonunuz Tanımlı Mı?

Bundan tam on dört yıl önce,  30 Mayıs 2009’da aşağıdaki blog yazımı yayınlamışım.

Bazen de ileri veya geri gitmek olmuyor. Ben on dört yıl önce neredeysem şu anda da aynı noktadayım.

.

Çok şanslıyım ki, vizyon sahibi yöneticilerle çalıştım bugüne kadar. Vizyon sahibi olmak iş hayatında çok önemli bir erdem. Hatta insan kaynakları terminolojisini kullanarak, bir liderin sahip olması gereken en önemli yetkinlik de diyebiliriz.

Vizyon deyince aklıma üç soru geliyor;

Nedir vizyon sahibi olmak ?

Türkçe sözlük vizyon kelimesi için “uzak görüşlülük, geniş görüşlülük, uzgörü” karşılığını getirmiş. Ben de iş hayatı ile birlikte kullanıldığında vizyon kelimesine bir ek getirmek istiyorum; tanımlı vizyon. Bir iş sahibi veya yönetici kafasındaki vizyonu formule edebilmelidir. Eğer şirketiniz sizin ‘uzak görüşlülük, geniş görüşlülüğünüz’ yolunda yürüyecekse, o yolda yürüyen ekibiniz de nereye gittiğini bilmelidir.

Nasıl vizyon sahibi olunur?

Çok çalışarak, çok okuyarak, çok düşünerek, çok araştırarak, sürekli soru sorarak ve çok dinleyerek. Vizyon sahibi lider deyince benim aklıma hep Mustafa Kemal Atatürk gelir. Onun son nefesine kadar çalıştığını, ne kadar çok kitap okuduğunu, hep araştırdığını, sürekli yazdığını, çevresine her vesile ile sorular sorduğunu ve cevapları dinlediğini hatırlarım. Sarfettiği her cümle adeta onun vizyonunun formüle edilmiş halidir ve milletini bu vizyonda çalışmak üzere sürekli yönlendirir. Onun vizyonu ‘ilelebet payidar bağımsız, uygar ve gelişmiş Türkiye‘dir.

Bir kurumun başarılı olabilmesi için vizyon sahibi bir patron veya yönetici yeter mi ?

Hayır, gerekli sayıda ve niteliklerdeki insan kaynağı olmaz ise başarı elde edilemez. Bu aşamada da vizyon sahibi iş sahibi veya yönetici “gerekli insan kaynağı sayısı nedir ve nitelikleri nelerdir?” tanımlamasını mümkün olduğunca detaylı ve yazılı yapmalıdır.  Çünkü çoğunlukla arzu edilenle gerçekleşen yüzde yüz örtüşmez ve tanımlamalar sürekli güncelleme gerektirir. İnsan kaynaklarına ait sayısal ve niteliksel bilgilerin yazılı takip edilmesi zaman, enerji ve motivasyon kaybetmemek adına çok önemlidir.

.

Siz ne düşünüyorsunuz? Geçen on dört yılda teknoloji roket hızıyla değişmiş olabilir ancak insan ve yönetim bilimleri aslen değişmiyor. Her ikisinin de ihtiyaçları ve çözümleri beş bin önce aynıydı, şimdi de, beş bin yıl sonra da aynı olacak; Netlik, istikrar ve gelişim. Sonuç: GÜVEN

Büyük laflar üretmeye çalışmak gereksiz. Bu oynak, zor, kaotik, ölçüsüz zamanlarda hem bireysel hem de kurumsal vizyonumuzun sadece “Güvenilirlik” olması bence yeterince iddialıdır. Ne dersiniz?

Anne Olmak

Yaprak Aralık 2007’de doğdu. O dönemde iki yıllık blog yazarı olarak tabii ki kızım doğmadan çoktan adına bir domain almış, yeni bir blog açmış, yazı yazmaya başlamıştım. Blogda ay ay hamilelik sürecimi, doğumu ve iki yaşına gelene kadar hayatımızı, bebek büyütmeye dair dünyadan topladığım pek çok bilgiyi kayıt altına almıştım.

Peki sonra ne oldu? Sonra Yaprak tam iki yaşını doldurduğunda aklıma bir kurt düştü: Ben kim oluyordum da Yaprak’ın iznini almadan onun hakkında yazılar yazıp, fotoğraflayıp dünya ile paylaşıyordum? Bu soru …saygısızlığım beni öyle bunalttı ki sonunda bloğu kapattım. Yıllar içinde kızıma okutabilmek için ara ara bloğu geri getirmeye çalıştımsa da nafile, başaramadım.

Derken Yaprak’a adına açtığım blogdam bahsediyordum geçenlerde. Bir kaç saat sonra bilgisayarı ile yanıma geldi. “Bir sürprizim var” dedi. Z kuşağı yapacağını yapmış, kapattığım blogu web arşivinden bulmuştu.

Yazıları okurken o kadar duygulandım ki … Minik Yaprak’ın Günlüğü’nü ona kendisini anı anına anlatabilmek, onu bebekliği ile buluşturabilmek niyeti ile açmıştım. On beş yıl sonra Yaprak yüreğim ve aklımdan dökülen kelimeleri kendi elleri, çabası ile buldu ve hediyesini belki de olabilecek en isabetli şekilde teslim aldı.

Şimdi hayatımın dönüm noktası olan kızımın doğumuna ait yazıyı, Yaprak’ın izniyle Kaynağım İnsan arşivime alıyor olmaktan çok mutluyum.

Sezeryanla Doğum – 6 Aralık 2007

Doğuma Gidiş

38.haftamız içinde olduğumuz 1 Aralık’ta doktorumuz Murat Çarakın yaptığı son kontrolde Yaprak’ın aşağı inmek yerine yukarı çıktığını gördük. Son iki haftadır benim sağlığımdaki bozulma nedeniyle ilaç almaya başlamam sanki erken doğumun habercisi gibiydi. Annem antibiyotik aldığım için kızıyordu. Günler ilerledikçe antibiyotik yanında mide ilaçları alımımı da arttırmak zorunda kalmıştım. Ağzıma attığım en küçük lokmada midem korkunç derecede acıyor ve beni gece boyunca uyutmuyordu. Uykusuzluk, aşırı halsizlık ve bedensel sıkıntı artık sinirlerimi de bozmaya başlamıştı. İnsanın bedeni “Yeter” sinyalleri verdiğinde, ona “Dur” diyemiyorsunuz. Nitekim Murat Bey “10 Aralık’ta sezeryan” dediğinde, ben İlhan’ın Hollanda’ya gitmesi gerektiği için tarihi 6’sına çekmek istediğimi söyledim. Murat Bey de “Peki” dedi. Annem her zamanki gibi erken doğuma ve sezeryana olumsuz yaklaştı ama ben pes etmiştim. Üstelik bedensel kısıtlarım nedeniyle doğum 15 gün sonra olsa bile normal yolla gerçekleşemeyecekti.

6 Aralık sabahı bir önceki gece hazırladığım bavulumu kontrol ettim. Saat 11:30′da başlayacak operasyon için saat 10:00′da hastanede olmamı söylemişti Murat Bey. Heyecandan çok büyük bir korku vardı içimde. Korkumun nedeni ise epiduraldi. İnsanın beline kocaman bir iğne saplanması ve bu uygulamanın taşıdığı riskler azımsanacak gibi değildi. Operasyondan hiç korkmadım çünkü Murat Bey’in elinin çok becerikli olduğunu duymuştum. Elleri usta bir terziden çıkan kıyafeti çok rahat ve uzun giyersiniz. Eli maharetli, olumlu ve sakin bir doktora da işte böyle içiniz çok kendinizi teslim edebiliyorsunuz. Aslında içimdeki korkunun ana nedeni epidurali başkasının yapacak olmasıydı. Sonunda da yaşadığım gerginlik meyvesini verdi; teknisyenin hatalı uygulaması ile kötü ilerleyen bir epidural süreci yaşadım.

Hastanede Doğuma Ön Hazırlık

Annemle aynı anda, saat 10:00′da İlhan’la hastanenin kapısından içeri girdik. Üçümüz beraber doğum katına çıktık ve odamıza yerleştik. Hemşire üstümü değişmem için gerekli eşyaları getirdikten sonra bekleyişimiz başladı. Murat Bey başka bir doğumdan gelecekti ve biraz geç kalma olasılığı vardı. İlhan aşağıda kayıt işlemlerini yaparken, biz annemle sohbet ettik. Kalbim güm güm çarpıyordu, bebeğimi kucağıma almama çok az kalmıştı. Doğumdan önceki lavman uygulaması bana yapılmadı. Bu beni çok mutlu etti.

Derken Murat Bey kapıdan içeri girdi, bize “Merhaba” dedikten sonra sedyeye yerleştirildim ve doğumhaneye doğru yola çıktım. Odadan ayrılırken korkudan mı, heyecandan mı bilemiyorum, gözlerimden damla damla yaşlar döküldü, ellerim, ayaklarım buz kesti.

Doğumhanede Bekleyiş

Hayatımda ilk kez ameliyat düzeyinde bir operasyon geçireceğim için etrafımı meraklı bakışlarla izliyordum. Doğumhane, kapısından içeri girdikten sonra bir koridor ve koridora açılan 4-5 odadan oluşuyordu. İçimden sürekli “O ne, bu ne, burası neden böyle, her oda da biri var mı, ben hangisine gideceğim, bu ortalıkta dolanan insanlar kim?” gibisinden sorular sormak geçiyordu ama sustum. Beni kısa koridorun solundaki odalardan birine yerleştirdiler. Sedyeden doğum masasına geçtim, sırt üstü yatırıldım. Aradan 1-2 dakika geçmeden fenalaştığımı hissettim. “Bayılacağım” diye seslendim. Sırt üstü yatırmaları sanırım tansiyonumu etkilemişti. Beni yan çevirdiler, oksijen verdiler, bir süre bekledik. Bu arada odada 3-4 kişi kendi aralarında konuşuyorladı. Anladım ki, aralarından biri epidurali yapacak olan adamdı.

Epidural Anestezi

Ben yatmış, adamları dinleyip görüş alanımı izlerken kapıdan Murat Bey bir göründü ve yok oldu. Sonrasında beni doğum masasında oturur pozisyona getirdiler. Kocaman karnımın üstüne öne eğilmemi söylediler. Kalbim öyle çarpıyor, ellerim öyle titriyordu ki, onları durdurmak için iki elimi birbirine kavuşturdum. “Çok heyecanlıyım, çok korkuyorum” dedim kısıkça yanımdakilere. Beni “Cok iyisin, biz neler yaşıyoruz burada” diyerek rahatlatmaya çalıştılar.

Öne eğilmiş bir vaziyette beklerken belimde bir sızı hissettim. Bu arada Murat Bey de yanıma gelmişti. Birinciden sonra ikinci defa iğnenin batırıldığımı hissettim. İkinci mi, üçüncü müydü hatırlamıyorum, birden beni büzülmüş halimden geriye doğru fırlatan korkunç keskin bir acı hissettim belimde. Tam o acı anında Murat Bey boynumdan kuvvetlice tuttu, aşağı sertçe bastırdı ve hareket etmemi engelledi. O an içimden bir ses “Yanlış bir şey var” diye haykırdı. Sonrasında Murat Bey “Biraz daha yana yapmalıydın” dedi epidural teknisyenine sakince. Sonraları öğrendiğime göre, eğer Murat Bey boynumdan bastırmasa, ben acıyla kendimi geriye attığımda iğne belimde kırılabilir ve şu an düşünmek dahi istemeyeceğim komplikasyonlar yaşayabilirmişim.

Doğum

Beni yavaşça yatırdılar ve kollarımı iki yana açıp bağladılar. Elime de lokal anestezi ilacını taktılar. Ara ara ayağıma, bacağıma iğne batirip “Hissediyor musun?” diye soruyorlardı. Cevabım hep “Evet” oldu. Sanırım epidural anestezi düzgün yapılsaydı ayaklarımı daha çabuk hissetmemem gerekirdi. Sonunda ayaklarımın buz gibi olduğunu farkettim. Önüme yeşil bir örtü çekildi ve operasyon başladı.

Operasyon devam ederken etrafa bakıyordum, iki adam da yanıbaşımdaydı. “Kameran var mı?” diye sordu biri. Yattığım yerden “Evet ama eşimde ve onun girmesine izin vermediler” dedim. Bunun üzerine adam “Ben gider alırım” dedi. Şimdi, o hasta bakıcı adam sayesinde Yaprak’ın, benim de görmediğim doğumu, ağlaması, burnunun temizlenmesi, yıkanması kayıtları var. :)

Sakin sakin beklerken birden karnımda farklı bir hareketlilik hissettim ve sonrasında acı… daha fazla acı … daha, daha fazla acı … ben kısık bir şekilde inleyip “Canım çok acıyor” derken karnımın içinden Yaprak’ın çekilip çıkartıldığını hissettim. Bu inanılmaz bir duyguydu. Kocaman, yüklü karnım birden “pof” diye sönüverdi. Murat Bey’in gülerek “Erkek oldu” sözlerini duyunca, kafamı yattığım yerden doğrulttum. Gayri ihtiyarı “Haaa” diye bir ses çıktı benden. Çok şaşırmıştım. Murat Bey’in şaka yaptığını anlamam için bir kaç saniye geçmesi gerekti. Yaprak’ın tiz ancak kuvvetli ağlama sesi ile kendime geldim. Bebeğim doğmuştu, onu göremiyordum ama mutluluktan ve meraktan delirebilirdim. Ellerim bağlı olduğu için hareket de edemiyordum. Birkaç dakika sonra tepemde küçücük bir beden ve yüz belirdi. Buruş buruş, o kadar tatlıydı ki, onu görünce ağzımdan çıkan ilk kelimeler “Tanrım, ne kadar tatlı” oldu. Yaprak’ın yıkanmamış yüzünü bana yaklaştırdılar. Onu defalarca öpmemi sağladılar. O anda artık engelleyemediğim şekilde ağlamaya başladım. Yaprak’ın tam doğum saati 13:02 olarak gerçekleşti. Hemşireler onu götürürlerken biri “Amma avaz avaz ağlıyor, sus” diye bağırdı. İçimden “Aferin kızım, dağıt ortalığı” diyerek güldüm.

Odaya Çıkış

Yaprak, yukarı doğum katına götürülürken Murat Bey de karın içinin temizlenmesi ve dikiş işlemlerini gerçekleştirdi. İşlemler başta biraz ağrılı olsa da odaya yayılan klasik müzik beni gevşetiyordu. Doğum sürecim toplam 45 dakika kadar sürdü. Sonrasında beni odama çıkardılar. Odada annem ve İlhan beni bekliyordu. Anestezi ilacına devam edilebilmesi için makinaya bağlandım. Babam ve Alp geldiler. Bu arada korkunç bir titreme başladı vücudumda. Her yanım zangır zangır sallanıyordu. Konuşamıyordum bile. Zamanında büyükbabamın da böyle bir alerjik durum geçirmiş olmasından dolayı babam biraz telaşlandı. Genç bir kadın doktor geçeceğini söyledi. Hatta Yaprak odaya getirildiğinde o kadar çok titriyordum ki, onu tutamayacağım diye korktum. Bir süre sonra Murat Bey beni kontrol için geldi ve “Normal doğum yapanlar kadar ağrıyı sen de yaşadın” dedi. Onun bu sözlerinden de kesin olarak anladım ki, epidural anestezi gerçekten pek başarılı olmamıştı.

Doğum Sonrası Ağrılar

Doğumun gerçekleştiği gün yoğun şekilde ağrı kesici verildiği için hiçbir sıkıntım olmadı. İlk ziyaretçimiz, babam ve Alp’ten sonra Ayşe Musal oldu. Bizimle gün boyu oturdu. Sonrasında iş yerimden Ayşın Hanım, Kadriye Hanım, Melike, Tuğrul bey ve Harun Bey geldiler. İlhan’nın annesi, ablası ve eniştesi de ziyaretçilerimiz arasındaydı. Kapımızın önü sana “Hoşgeldin” diyen arkadaşlarımızın çiçekleri ile doluydu. Bu arada Yaprak’ın doktoru Nazmi Ataoğlu bize bebeğimizin çok sağlıklı olduğunu söyledi. Onu emzirme girişimlerime de ilk gün itibariyle başladım. Geceleri annem benimle kaldı, gündüzleri ise İlhan hep yanımdaydı.

Birinci günün rahatlığı, ağrı kesicilerin yokluğu ile ikinci gün yerini büyük sıkıntıya bıraktı. Murat Bey karnın şişecek ve gaz sancın olacak demişti ama yaşadığım şey düşündüğümün kat kat üstündeydi. Karnım sanki 8 aylık hamile gibi şişti. Ameliyatlı vücudumla kıvrılamadığım için karnımdaki sancıdan dolayı ne yapacağımı şaşırdım. Ayağa kalkıp yürümemi istediklerinde tansiyonum yine çıldırdı, yatağa yığıldım kaldım. “Tanrım, bu nasıl birşey?” derken ilk rahatlamam gazı çıkarmamla gerçekleşti. Sonrasında İlhan’ın yardımları ile bir iki küçük adım atarak odada yürüdüm.

İkinci günün gecesinde zaten ağrılar içindeki vücuduma annemle girdiğim gülme krizi de eklendi. O anları hayatım boyunca unutmayacağım. Annemin ne anlattığını şu an hatırlamıyorum ama öyle bir gülme krizi tuttu ki beni, ameliyat yerim patlayacak sandım. Beynim gülüyor, bedenim acı ile sarsılıyordu. Bu nasıl bir durumdu böyle ???? Anneme yalvardım konuşmaması için, annem beş dakika duruyor yine anlatmaya devam ediyordu. :) Gül, inle, gül, inle … sonunda böylece sızıp kalmışım.

Bu arada hasta bakıcılar arı gibi çalışıyordu. Özellikle aralarından iki tanesine çok teşekkür ettim. İkinci gün sondam çıkartıldı ancak kanamam kesilmedi. İçimden “Onların işleri bu” desem de, ara ara utanmadan edemedim.

Üçüncü günün hepsini geçirmeden hastaneden bebeğimizi alarak eve çıktık. Son gün için anlatmak istediğim bir şey olmamakla beraber unutmak istediklerim çok. Hayatta en büyük dualarım hep ‘akıl’ üzerine olmuştur diyorum ve bu yazımı da “Yaprak’ı çok seviyorum” diyerek bitiriyorum.

Yayın tarihi – 9.12.2007 ve18.06.2008

Şarap Tarihi – Arşiv

Şarap “vin, vino, wien…” ismi nereden geliyor?

Tarih öncesi şarap, Soma denilen içki ile milattan birkaç binyıl öncesine gider. O zamanda Hindistan’da Veda ayinlerinde kullanılan, mayalı bir içkiydi ama bu “ölümsüzlük içkisi” asmanın şarabı değil Aslepias Acida bitkisinin suyuydu. Bu Soma içkisine “Vena” deniyordu. Çoğu Avrupa dillerinde “vin” (şarap) olarak geçen kelime Sanskritçe -sevgili- anlamına gelen Vena’dan türemiştir; Ruşçada “vino”, Yunancası önce “woinos” sonra “oinos”, Latincesi “vinum”, İtalyanca ve İspanyolca “vino”, Almancası “wien”, İngilizcesi “wine”, Fransızcası “vin” dir.

2

Şarabın tarihi ile ilgili olarak elimdeki kaynaklardan Uluslararası Şarap ve Bağcılık Kurulu Başkanı Robert Tinlot’un Önsöz’ü ile başlayan

Ben ortak noktaları almaya çalışarak yazacaklarımı mümkün olduğunca kısa tutacağım.

3

Üzüm önce Kafkas Dağlarında karşımıza çıkar (vitis caucasica), ardından Mezopotamya’da üzüm yetiştiriciliği görürüz. Buradan, MÖ 3000’lerde cenaze törenlerinde kullanılmak üzere Mısır’a sıçrar. Üzüm yetiştiriçiliğinin Avrupa’da yayılmasında başrolü oynayan Yunanlılar, Sicilya ve tüm İtalya boyunca bilgilerini Romalılara aktarırlar, Galyalılar da üzümcülüğü Romalılardan öğrenirler.

4

Üzüm ve şarabın mitolojilerin kopmaz bir parçası olduğu biliyoruz.

Mısır mitolojisinde güneş tanrısı, evrenin yaratıcısı Ra, şarap ve sarhoşluğu yeryüzüne getirir. Ra insanlığı (Yunanlıların Afrodit’i) tanrıça Hathor’un gazabından koruyabilmek için, içine hoşluk ve sarhoşluk veren kan renkli bir içki yaratır. Mısırlılar şarabı Osiris’e (Yunanlıların Dionysos’u) adarlar ve bu ilahi stratejinin anısına, tüm bayramlarında, öküz başlı tanrıçanın koruyuculuğu altında şarabı baş köşeye koyarlar.

Yunan mitolojisinde de, iki anlatı vardır. Birincisi şarap ve sarhoşluk tanrısı Dionysos, karısını kendisine gönderdiği için kral Aenea’yı asma vererek mükafatlandırır. İkinci anlatıya göre göre kral Aenea’nın Stafilos (Yunancada üzüm salkımı demek) adlı çobanı bir keçisinin üzüm yedikten sonra çok neşelendiğini görür. Bunu gören Stafilos bu meyveyi sıkıp suyunu içmenin hoş olacağını düşünür.

Roma mitolojisine göre şarap, ekin ve asma tanrısı Satürn’ün bir armağanıdır. Romalılar bu tanrıyı bir elinde orak, bir elinde bağ bıçağı ile gösterirler.

Galya mitolojisinde de, Kelt icadı çam ağacından yuvarlak fıçı ve efsanevi içki bir şekilde tanrı Sucellus’ın koruması altındadır.

5

Üzüm ve şarabın toplumsal yaşamdaki yerini en ayrıntılı biçimde, daha çok bira tüketicisi olmalarına karşın Mısırlılarda buluyoruz.

İÖ 2500’lere uzanan mastaba duvar yazılarında Mısırlıların üzümü nasıl yetiştirdiklerini, ezim evine nasıl taşıdıklarını, şarap içmenin bin bir türünü okuyoruz. Yüzyıllardır değişmeyen üzümü sıkma methodlarını bulanlar da Mısırlılardır.

Milattan yaklaşık yirmi asır önce Tutankamon zamanında şarap fıçılanması biliniyordu; her fıçının üzerinde içindeki şarabın yetiştirildiği bölge, yapım yılı, kimin tarafından yapıldığı, sahibinin kim olduğu, kimin mahseninde saklandığı, yani şaraba ait bütün bilgiler yer alır, bir bakıma şarap markalanırdı. Firavun ve yüksek sınıf bu etiketlemeyle Mısır’da hangi şarap iyidir, hangisi tercih edilmelidir anlarlardı. Örneğin Nil deltasından gelen şaraplar elbette yeğlenirdi ama Memphis şarapları da pek sevilen şaraplardı. Mısır’da şarap firavun ve yüksek sınıfa ait bir içkiydi, halk bira içerdi.

Nil Deltası’dan kalkan büyük kervanlar ve hızlı gemilerle bütün Akdeniz merkezlerine ilk şarap ticaretini de başlatan Mısır’lılardır.

6

Yunanlılar için şarap uygarlığı dil pelesengiydi, üzümü ve şarabı göklere çıkartırlardı.

Halk üzümle ilgili bütün bilgileri bir sanat haline getirmiş, Dionysos miti içinde yoğurmuştu. Dionysos’un doğumu olağanüstüdür. İlk altı ay annesinin karnında, son üç ay babasının kasıklarında yatar. Bu biraz garip doğum Dionysos’un yarı tanrı sayılmasına neden olur.

Zeus’un yarı tanrı oğlu Dionysos diğer ölümsüzler ile birlikte Olympos dağında yaşamazdı. Bu nedenle Homeros metinlerinde Dionysos yer almaz. Ancak Dionysos’un yarı tanrı özelliği onun halk tarafından çok sevilmesi sonucunu doğurmuştu, halk onu kendilerine yakın hissederdi. Halkın onunla ilgili bayramlara katılması ve coşkusunun nedeni bu şekilde açıklanabilir.

Dionysos erişkin yaşa gelince çılgınca bir serserilik sonucu Anadolu’ya ve Orta Doğu’ya sürüklenir, bu topraklarda gizemli dinlerle haşır neşir olur. Kafkaslar’da bir süre yaşadıktan sonra Hindistan’da Ganj nehri kıyılarında bir yolculuğa çıkar ve buradan panterlerin çektiği bir arabaya binip üzüm kültürünü yaymak üzere Antik dünyaya gelir. Bu uzun yolculuk Yunan kıyılarına çıkışıyla noktalanır.

Dionysos elinde her daim yeşil kalan sarmaşıkla kaplı asası, başında asma yaprakları, çam kozalakları, sarmaşıklardan oluşan taci ile resmedilir. Önceleri bitki örtüsünün mevsimlere göre dönüşümünü, hasat toplama, ezme, sıkma olarak üzümün yaşamını simgeler. Tanrı daha sonra giderek üzümün ölümü ve şarabın doğumu haline gelir.

Antik Yunan’da akşam yemeği genellikle gün batımından sonra başlar ve iki bölümden oluşurdu; yemek denilen bölümde yemek yenirdi, ama ardından gelen symposion bölümünde tas tas şarap içilir, bütün sohbet ve gösteriler, çeşitli eğlenceler bu bölümde yer alırdı. Şaraba su katılırdı, su katılmadan içilen şarabın taşkınlıklara neden olacağı sanılırdı. O dönemde şarap tahta fıçılarda, keçi derisinden yapılmış tulumlarda ya da toprak anforalarda saklanırdı. Hava almasını engellemek için ağzı yağlı bezle kaplanırdı.

MÖ 4. yy’da yaşayan filozof bilim adamı Theophrastus üzüm çeşitleri, iklim ve toprak kalitesi arasındaki ilişkiye dikkat çekmişti. Antik Yunan şarabın kokusunu ve tadını geliştirmek için çeşitli baharatlar, bal, çam sakızı ve başka tat- koku sağlayıcı maddeler kullanmıştı. Bu zamanın Bordeaux’u olan Chios şarabı Mısır’dan, Rusya’ya çok geniş bir alana ihraç ediliyordu.

7

Şarap Antik Yunan’dan ticaret yolu ile Sicilya ve Güney İtalya’ya ulaşmıştır. Mitsel niteliği ve mistik bir içki oluşu nedeniyle otuz yaş altı gençlerin ve kadınların şarap içmeleri Roma’da ilk zamanlarda yasaktı. O kadar ki şarap mahsenlerinin anahtarına dokunanlar bile cezalandırılırdı. Kadınlara konulan bu yasak hıristiyanlık inancına geçildiğinde daha katılaraşak devam etti.

Roma’da şarap yemekte içilmezdi; şarap içmek bir törendi ve yemek sonrası comissatio denen zaman diliminde ya da gece boyunca içilirdi. Töreni yöneten “hoca, eğitmen” içilecek şarap miktarını ve bunun konuklar arasında nasıl pay edileceğini belirlerdi. Şarap amforalardan iki kulplu testilere aktarılır, testilerden kupalara dökülürdü. Kupa yerine keyif ehli Neron’un icadı olan cam bardak da kullanılırdı. Cam bardak önceden kaynamış suda çalkalandıktan sonra kullanılırdı. Buna karşın şarabın üstüne sıcak su eklemek daha hijyenik bulunurdu.

Sadece zengin Romalılar evlerinde şarap depolayabilirdi. Halkın kalanı şarap tacirlerine başvurmak ya da şarap tavernalarına (vinariae) gitmek zorundaydı. Seçkin yurttaşlar asla vinariae’lere ayak basmazdı. Aynı uygulamaya Antik Yunan’da da görürüz.

Romalılar MÖ 600’de üzüm yetiştiriciliği ile yakından ilgilenmeye başlamışlardır. İtalyan şarabı kısa sürede Yunanistan dahil tüm Roma İmparatorluğu kaplar. Aynı dönemde Anadolu’da eski bir Yunan kolonisi olan Foça’dan göçenler Kelt ülkesi Galya’da ilk üzümü yetiştirirler. Üzüm yetiştirilen bölgelerde üzüm çekirdeği de besleyici tohumlar arasında sayılıyordu. Dönemin şarap ticareti merkezi Pompei’di.

Roma istilasındaki Galya ülkesinde önceleri daha çok bira tüketilirken zaman içinde şarap tüketimi artmış buna bağlı olarak büyük testi, masa testisi, toprak sürahi, toprak kupa, madeni kupa, kepçe, kevgir gibi alet edevatlar gelişmiştir.

MÖ. 125 öncesinde Romalılar Rodos-Provence koridorunu alırlar ve İspanya’ya özellikle Narbonne ticaret merkezi üzerinden ticarete başlarlar. Narbonne zaman içinde önemli bir şarap üretim noktası olur. O derece büyür ki İtalyan şarapları için hızla büyük tehdit oluşturur ve İtalyan şaraplarının ihracatının çökmesine neden olur.

Üzüm bağları giderek buğday tarlalarının yerini alması ekmek sıkıntısını başlatır. MS 90’lı yıllarda Roma İmparatorluğu çok zorlanır. İmparator Domitianus 92 yılında üzüm bağlarının sökülmesini emreder. Bu emir ancak 250’li yıllarda İmparator Marcus Probus tarafından kaldırılır. Probus en kısa sürede yok olmuş bağcılığı geliştirmek yanında Almanya ve Avusturya’da da bağcılık ve şarap üretimini başlatır. Bu dönemde Terier ve Bordeaux önemli ihracat merkezleri haline gelmiş, kendi lojistik ve finansal terminolojilerini kullanmaya başlamışlardır. Aynı dönemde Marsilya, Endülüs ve diğer İspanyol şarapları Roma’da revaşta değildir.

Arapların 700’lü yıllardan 1400’ün sonlarına kadar İspanyol toprakları üstündeki hakimiyeti şarap üretimini kısıtlamıştır.

Roma İmparatoru Konstantinus 313 yılında Milano fermanı ile Hıristiyanlık dininin özgürce uygulanabileceğini duyurur. Ökaristi (Katolik ibadetinde İsa’nın eti ve kanını temsil ettiğine inanılan şarap ve ekmek dağıtımı) temelinde biçimlenen Hıristiyan uygarlığı giderek şarap uygarlığı ile iç içe geçer. Batı Roma imparatorluğu’nun son dönemlerinde Wachau, Mosel vadisi, Rheingau, Pfalz, Burgundy, Bordeaux, Rhone vadisi ve Rioja önemli şarap merkezleridir.

Batı Roma İmparatorluğu 476’da çökmüştür. Kıyı şehirleri Cenova ve Venedik 13-14 yy da şarap ticaretinin merkezidir. Bu dönemde Floransa bölgesindeki ve bugün bilinen Antinoris ve Frescobaldis gibi bazı şarap üreticisi aileler isim yapmaya başlamışlardır.

8

Yeni Dünya’nın keşfi …

İspanya uyruğuna geçen Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını 12 Ekim 1492’de keşfinin ardından yurtaşı Cortez 1518 yılında Meksika’yı fethiyle İspanyol misyonerler Hıristiyanlığı yaymak için ülkeye gelirler ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için şarap üretmeye başlarlar.

1767’de Meksika’dan sürülen İspanyol misyonerler Aşağı Kaliforniya’ya göçerler. Papaz Junipero Sera 1769’da “Üzüm Misyonu” nu kurar. Kalifornia şarap endüstrisi 19. yy sonlarına kadar bu misyonun İspanyol asıllı asma çubuklarını kullanacaktır. Kaliforniya’da İspanyol asıllı asmaların kullanımı phylloxera hastalığının gelişine kadar sürer. Hastalık Kaliforniya ve Avrupa bağcılığını çökertmiştir. Hastalık 1868’de ancak teşhis edilebilmiştir. Bağlar Fransa’da kullanılan ilaçla, karbon sülfüt çözeltisi ile kurtarılır ve ardından yerli asmalara yaprak bitine dayanıklı aşı uygulanır.

Amerika’da ilk içki yasağı derneği 1789’da kurulur. Bu tip derneklerin sayıları yarım asırda 8000’i aşar ve o derece güçlenirler ki, bu derneklerden birinin kurucusu dünyanın en zengin adamı John D. Rockefeller’ın Amerikan Kongresine yaptığı baskılar sonucu 18 Aralık 1917’de sarhoşluk verici içkilerin üretimi, satışı, nakliyesi, ihracatı ve ithalatı yasaklanır. Üç eyalet dışında 43 eyalat yasayı kabul eder. Ayin için gerekli şarabı üreten manastırlar dışında Amerika’da şarap üretimi yasaklanır. Ama bu yasak Amerika’da başka bir dönemin açılmasına neden olacaktır. Akın halinde gansterler; bottleleggers, yani içki kaçakçıları, sperakeasies yani yeraltı barları ve Rum Rov yani ünlü Sokak Romu dönemi başlar.

Kamuoyunun karşı çıkışıyla 5 Aralık 1933 günü anayasa değişikliği onaylanır ve içki yasağı kalkar. Sonuç ne olursa olsun bu dönem Amerikan şarapçılığı üzerinde nicel ve nitel ağır sonuçlar doğurmuştur. Bu dramatik deney şarapçılık mesleğini kendini toparlamaya iter. Napa Vadisi’ni kapsayan Kaliforniya üzümcüleri Fransa deneyiminden esinlenerek markalama usulünü benimserler ve 1936 yılında Amerikan şaraplarının da kalite normları haline getirirler. O günden beri Amerikan şarapçılığı yükselme eğilimine girmiş ve Avrupa ürünlerini zorlayabildiği zirvelere ulaşmıştır.

9

Türklerin Şarap Tarihi

Elimdeki yabancı kaynaklarda maalesef Türklerin şarabın -öncüsü- olduğuna dair hiçbir bilgiye rastlanmamakta. Kafkaslardan veya İran’da Perslerden Mezopotamya’ya indiği ki, bu da Sümerliler oluyor, Sümerlerden ise Mısırlılara geçtiği genel anlatımlar. Ancak Rıza Bostancı’nın “Şarap Hakkında Herşey” kitabında şu anlatım yer almakta :

….Tarihin babası Heradot’a göre ise Babil’e inen Türkler, kurak ve çorak arazide bir süre tutunduktan sonra burada zeytinlikler, incirlikler ve bağlar meydana getirmişlerdir. Türkler arasında şarabın yapılış tarihi bazı tarihçilerin söyledikleri gibi MÖ 3000 değil çok daha eskidir. Bazı Çin kaynaklarında Türkler şarabı Göktanrı’nın takdis ettiği mukaddes bir madde olarak tanımlarlardı. Mısır’da bulunan ve MÖ 3500 senelerine ait olan birçok kabartmada eski Mısırlıların bağcılıkla uğraştıkları ve Mısır’a asma ziraati Orta Asya’dan gelmiş olan Türklerin getirdikleri anlaşılmaktadır. …

Evet görüldüğü gibi Mısırlılara ve dolayısı ile dünyanın geri kalanına şarabı ya biz, ya da Sümerliler öğretti …. yorumu veya hangisine inanacanız size kalmış. Belki Avrupa Türklere doğruları yazmayarak yine bir komplo kurmuştur.!?. ? Ben Heradot okumadım, ama daha kendi tarihini iyi inceleyemeyen bizlerin, ne ara Mısır’daki Türkleri işaret eden kabartmaları veya Çin’deki
kaynakları Çince öğrenip incelediğini de anlayamadım. (Türkiye’deki hiçbir şarapçının da böyle bir bilinçli araştırma yaptığını zannetmiyorum. Bu para, zaman ve uzmanlık demek.) ………

10

Avrupalı yazarlar Kafkasya’dan Mezapotamya’ya inen şarap bilgisinin MÖ 3000-2500 arasında Mısır’a geçtiğini söylüyorlar. Kafkasya’dan Anadolu’ya inen Hititlerin tespit edilen varoluş tarihleri ise MÖ 2000. Dolayısı ile Kafkaslardan Mezopotamya’ya şarap kültürünü geçirenler Hititler olamaz. Ama yine bir Türk kaynak diyor ki (İçki Teknolojileri – Prof Dr. Ahmet Akteş – Araş Gör. Bahattin Özdemir) : .”…….Şarap Hititlerde para eden değerli bir mal olmuş ve herkes tarafından beğenilerek içilmiştir. Herkes tarafından içilmek istenmesi şarabın Hitit sınırlarını aşarak dünyaya yayılmasını sağlamıştır . Hitit şaraplarının ticareti ile uğraşan Finikeliler tarafından adalara ve Yunanistan’a taşınmıştır. Asurlu tacirler ise şarabı Mezopotamya’ya götürmüşler ve kendileri de bağcılık ve şarapçılığı geliştirmişlerdir. ……..”

MÖ 2000 – 600 yılları arasında varlıklarını sürdüren Hititleri Asurlular yıkmıştır. Kısacası MÖ 3000’lerde Mısırların içtiği şarabı, MÖ 2000’lerde varolan Hitit ve Asurlular’ın Mısır’lılara nasıl öğretmiş ve dünyaya yaymış olduklarını ben yine anlayamıyorum.

Efendim böylece yukarıda yazılı olan bilgiler ” Türklerin Şarap Tarihi Bilinmezi” olarak kayıtlarımıza geçmiş oldu. ?

.

Bu yazıyı 2006 yılının Ocak ayında Eve’s Eyes bloğumda yayına almıştım. Tam 15 yıl önce son derece kısıtla olan yerli ve yabancı kaynaklardan derlediğim bu yazının halen oldukça bilgilendirici olduğunu düşünüyorum.

Şu an interneti tararsanız, şarap tarihi ve Türkiye’de şarapçılık başlıkları altında aşağıdaki bir kaç kayda değer kaynağa ulaşabiliyoruz:

Şarap Tarihi

Şarap

Şarabın Efsanevi Tarihçesi 

Türkiye’nin Şarap Dosyası

İlk Blog Yazım ‘Başlangıç’

Sözden hareketle yazı üretmek, (Sözler geçici, yazı kalıcı değil mi?)

Görmekten hareketle yazı üretmek, (Gördüğü üzerine düşünmedikçe insanın havyandan ne farkı kalır, hele bir de yazıya dökebilirse gördüklerini; şahane değil mi?)

Bilgiden hareketle yazı üretmek, (Okuyoruz, öğreniyoruz, bir de yazarsa kendince insan kalan bilgiyi hafızadaki, kaybetmez asla sarfettiği emeği, değil mi?)

Hafızadan hareketle yazı üretmek. (Bireysel depomuz beyin siliyor gereksizin yanında gerekliyi de çoğu zaman; duyguları, düşünceleri, geçmişi…bir dur demek lazım sanki, değil mi?)

.

Sene 2005.

Yıl boyunca üç defa blog açma girişimim olmuştu. Bir türlü ne yazacağımı toparlayamadığım için blogları kapatmıştım. Sonunda 19 Aralık 2005’de ilk iki konuma karar verdim. ‘Eve’s Eyes – Havva’nın Gözleri adını verdiğim bloğumda yeni döndüğüm Barcelona gezim ve aile işimiz olan şarap üzerine yazacaktım. Ancak blogun bir manifestosu, bir başlangıç yazısı olmalıydı. Yukarıda paylaştığım kısa metin ile hayatıma çok önemli değerlerin girmesini sağlayan blog yazma yolculuğum başladı.

Barcelona ve Şarap Tarihi yazılarına ne oldu diye soracak olursanız, her ikisini de öngördüğüm sıra ile yayına aldım.

Şarap Tarihi yazımı yazarken bayağı uğraştığımı ve yazıyı bir aya yayılacak şekilde parça parça yayına aldığımı hatırlıyorum. O zamanlar pek kimse blog nedir, blog yazmak nedir bilmediği için tahmin edersiniz okunma sayım çok düşük kaldı. Ancak ilerleyen zamanda Türkçe olup şarap tarihi üzerine yazılan internetteki en kapsamlı yazı olarak pek çok site tarafından izinsiz kopyalandı.

Şarap Tarihi ve arşivime almak istediğim diğer bazı yazılarımı Kaynağım İnsan’da paylaşacağım.

Fotoğraf: Pompidou Sanat Merkezi – Paris (2005)