Aya Merdiven Kurduk.biz

2005 yılı boyunca iki defa blog açtım. Kendimi bildim bileli defterlere yazan ben, ötekilere ulaşacak bir şeyler yazmak aşamasına geldiğimde tıkandım, ta ki Aralık 2005’deki üçüncü denememe kadar. “Eve’s Eyes” isimli ilk blogumdaki şeytanın bacağını kırdığım kısa yazımı Kaynağım İnsan’da 2021 yılında paylaşmıştım.

Aya Merdiven Kurduk.biz ise 2008 yılında Eve’s Eyes içeriklerini de transfer ederek açtığım Kaynağım İnsan’dan önceki, 2005-2009 yıllarını kapsayan, toplam 497 adet paylaşımımın olduğu kişisel blogum.

O dönemde üç blogum vardı; Aya Merdiven Kurduk.biz, Minik Yaprak’ın Günlüğü ve Kadın Blogları. Kadın blogları ismi üstünde kadınlar tarafından açılan blogların fihristiydi, Minik Yaprak’ın Günlüğü kızım için tuttuğum notlardı, Aya Merdiven Kurduk.biz ise ‘ben’dim.

Yayından kaldırdığım blog yazılarıma kızım sayesinde ulaştım. Yaprak’ın günlük içerikleri için ayrı bir çalışma yapacağım. Aya Merdiven Kurduk.biz içeriklerini ise Kaynağım İnsan’a bu sayfa üzerinden tek tek taşımaya karar verdim. Bu sayede 18 yıllık blog yazma maceramın ilk dört yılını da kucaklayabileceğim; aktife alabileceğim. Yazılar takvim sırasına göre yayınlamayacağım. Maalesef bir çok yazıda ‘error’ veriyor. Akışta görsel de az olacak çünkü blogda kullandığım görsellerin pek çoğu yayında düşmüş. Her gün bir yazıyı geçirsem toplam transfer süresi  bir yılı aşacak.  Kendime kolay gelsin diyorum.

Arşivime kavuştuğum için mutluyum.


BAŞLANGIÇ

Aya Merdiven Kurduz.biz Hakkında 

Bir Blogcunun Yazma Hikayesi 

Blog kavramı ile tanışmam ve bir blog oluşturmak fikri 2005 yılının başlarına denk gelir. Şimdi adreslerini unuttuğum iki denemeden sonra, ilk elle tutulur yazımı Eve’s Eyes 2005 adını verdiğim bloguma ancak Aralık ayında girebilmiştim. Açılış yazım şöyle idi :

Sözden hareketle yazı üretmek, sözler geçici yazı kalıcı değil mi?

Görmekten hareketle yazı üretmek, (Gördüğü üzerine düşünmedikçe insanın havyandan ne farkı kalır, hele bir de yazıya dökebilirse gördüklerini; şahane değil mi?)

Bilgiden hareketle yazı üretmek, (Okuyoruz, öğreniyoruz, bir de yazarsa kendince insan kalan bilgiyi hafızadaki, kaybetmez asla sarfettiği emeği değil mi?)

Hafızadan hareketle yazı üretmek (Bireysel depomuz beyin siliyor gereksizin yanında gerekliyi de çoğu zaman; duyguları, düşünceleri, geçmişi…bu çaresizliğe bir dur demek lazım sanki değil mi?)

İlk gezi yazım “Barselona Notları”nda Blogger’ın nasıl çalıştığını anlayabilmek için çok uğraştığımı hatırlıyorum. Şarap üzerine ciddi okuma yapmak durumunda kaldığım “Şarap Kültürü” yazımı da hiç unutamam. Sonrasında yazılar peşi sıra geldi. Önceleri fazla özele girmeden aklımdaki konuları aktardım. Zaman geçtikçe insanın zihni açılıyor, yazma isteği artıyor. Belki de o yazamama sendromunu üstünden atıyor. Bir rahatlıyor, gevşiyor ve başlıyor yarı saçmalama kıvamında, yarı Freud’un Psikanaliz yöntemine taş çıkartacak derecede kendisini deşmeye. Bana çok iyi gelen zamanlar, şiirler, arayışlar bunlar. İki yıl önce yazdığım birçok gönderim şimdi benden uzak, benden toy.

llk blogum Eye’s Eyes 2005‘i Eve’s Eyes 2006 takip etti. Ardından da yine farklı bir blogger temasında Eve’s Eyes 2007&2008 ‘ı kullandım. 2007 yılında İlhan ayrı ayrı olan bloglarımı bir çatı altında birleştirmeyi teklif etti. Bu bana yaptığı tek teklif de olmadı. 03.01.2007 tarihinde kendisi ile hayatlarımızı da birleştirmeye karar verdik.

Hayatımızda herşey süratle gelişirken aramıza katılacağını haber aldığımız kızımız için de bir blog açmayı ihmal etmedim. Yaprak’ın bu kısa süreli blogger temalı blogunu şimdi Minik Yaprak’ın Günlüğü ismi ile wordpress üzerinden devam ettirmekteyim.

21 Ağustos 2007′de bütün Eve’s Eyes bloglarını www.eves-eyes.com‘a taşıdık. WordPress’in seçtiğim teması başlangıçta çok hoşuma gitmişti. Sevdiğim şehir hayatını yansıtıyordu. Ama aynen teknolojinin çok hızlı gelişip, değişmesi gibi bu tema da altı ay gibi kısa bir sürede bana yetersiz gelmeye başladı. Bunun büyük bir nedeni yazdıklarımın veya yazmak istediklerimin içeriğiydi. Artık kendimden çok farklı konulardan, sanattan, mesleğimden, Türkiye ve dünyadan bahsetmek istiyordum. Bu aşamaya geldiğim 2008′in ilkbahar sonlarına doğru yine yardımına muhtaç olduğum kişiye gittim; İlhan. Uzun süreli bir arayış ve farklı denemelerden sonra radikal bir değişim yapmaya biraz da teknik nedenlerden dolayı karar verdik; yeni bir web adresine, bambaşka bir yüzle geçmek. Evet, şimdi buradayım : Aya Merdiven Kurduk.biz. Bakalım bu tema beni nereye kadar taşıyacak ?

 


29 Ekim 2007

29 Ekim’e İnce Dar Bir Yolda Yürümek

Dedemin kütüphanesinden vefati sonrasında aldığın bir çok Atatürk kitabı içinde kayboldum bu akşam. Alıp da yazıma koyayım diye o kadar sayfayı karıştırdım, o kadar çok şey okudum ki, kafam yoruldu, gözlerim kısıldı, enerjim tükendi.

Şimdi bakıyorum koltuk üzerindeki yığına, incelediğim fotoğraflar ve okuduğum yazılar, anılar, şiirler, kronolojik cetveller arasından beni yıldırım gibi çarpan aklıma iki şey geliyor; ilki Atatürk’ün ölüm yatağında tam tepesinden çekilmiş, yorganı boynuna kadar çekili ve gözleri ince bir çizgi halindeki hüzün dolu fotoğrafı ve bir şiir.

Atatürk, bahsini ettiğim ünlü Fransız şairi Verlaine’e ait “La Vie-Hayat” başlıklı şiirini Sofya Askeri Ateşesi iken çocukluk dostu ve başyaveri, Ata’nın ölümünden sonra intihara kalkışan Salih Bozok’a göndermiş:

“Hayat kısadır:

Biraz hayal,

Biraz Aşk

Ve sonra Allahaısmarladık …

Hayat boştur,

Biraz kin,

Ve sonra Allahaısmarladık … ”

Bu şiirin gönderilmek üzere seçilmiş olması beni çok ama çok düşündürdü, şaşırttı, bir devin, bir ilahın beynine açılan ince dar bir yolda yürürken buldum kendimi …

10 Kasım 1938, saat 09:05, Mustafa Kemal Atatürk’ün son sözleri “Aleykümesselam”


27 Ağustos 2006

Hem Sakar, Hem Tembel, Hem …

Sabah tam olarak kaçta kalktığımı hatırlamıyorum. Belki dokuz, belki dokuz buçuk. Yatakta oldukça uzun bir süre bir öyle, bir böyle dönüp durduktan sonra “bari su içeyim” diyerek kalkabildiğimi hatırlıyorum.

Saçım başım karışık, yüzüm yıkanmamış, bacağımda çizgili pijamam, uyuşuk böcek şeklinde suyumu içtikten evde aşağı yukarı bir tur attıktan sonra bu sefer 80 metrekare içinde yatağımın dışındaki diğer miskinlik merkezim -çok değerli kanepemin- üzerine kendimi atıverdim. Dün satın aldığım, bilmem kaçıncı Paul Weller cd’m, konser kayıt albümü Catch-Flame’i dinlemeye başladım. (hmmmm……. dur şimdi de dinleyeyim… nerede uzaktan kumanda ??? … bulalım …bir dakika …… evet… güzel müzik… PW’nin sesi beynimin merkezinden beni yakalıyor, gevşetiyor, uyuşturuyor, uçuruyor…) İşte sabah sabah aynen anlattığım modda geniş kanepenin üstünde elim kolum bacağım yayılmış, gözlerim kapalı bulutların üzerindeyken birden gözlerim faltaşı gibi açıldı, beynimde bir şimşek çaktı. ” SAAT KAÇÇÇÇÇÇ ? “….. kanepeden fırladım, koşarak en yakın saati aradım… saat 11:30 ………aaaaaaaaaaaa………….Mutfak Kültürü Atölyesiiiiiiiiiiii …….. aaaaaaaaaaaa………… toplantılar saat 11:00′de başlıyorrrrr….. İpek …hem sakar, hem tembel, hem de aklın sekiz karış havadasın… PES.

Bundan sonrasını tahmin edebilirsiniz. İlk başta nereye koştursam diye etrafıma elim alnımda dehşet içinde bakındıktan sonra sanırım hayatımın hızlı hazırlanma rekorunu kırdım. Evden sokağa fırladığımda saat 11:50 idi. Saat 12:00′de Sisters’ın kapısından içeri girmiştim.

Allah’tan bu ayki menü havanın aşırı sıcak olması ve bizim özel isteğimiz üzerine hafif yiyeceklerden oluşacaktı. Geç kalmış olmam pek de farkedilmedi. Mutfağa indiğimde tezgah üstünde peynir çeşitleri, bal, reçel, kaymak, meyve, dondurma, kek, yeşillikler, domates, salatalık, yumurta, baharatlar, sucuk, bacon, pastırma, zeytinyağı gibi malzemeler görüdm. Emrullah Hoca ile birden burun buruna geldik, “Sen nereden çıktın?” dedi. ‘Farketmiş, tüh’ diye içimden geçirerek geniş bir gülüşle “Geç kaldım” dedim. “Özür dilerim”.

Kahvaltı tabakları özenle benim dışımdaki herkes tarafından hazırlandı. Ben hazırlamadım çünkü ben zaten hazırlamayı biliyordum !. (Tabii, benden başka zaten kimse peynir nasıl kesilir bilmiyordu veya bal servisi hiç hayatında yapmamıştı !!!!) Ama ben de her zaman ki gibi çok çalıştım, çok yoruldum. Lütfen !, kimse hakkımı yiyemez, bütün armutları ben soydum, dörde böldüm, üzümleri küçük salkımlara ayrıdım. İki ayırdım, bir yedim. Çok zordu. Çok yıprandım. Çok dertliyim ve şikayetçiyim. Olmaz böyle şey !! ….:):):)

Neyse… gelelim günün en lezzetli ve kolay tarifine “Kağıtta sebzeli yumurtalı pastırma “. Bunu da yapanlar arasında kesinlikle değilim. Yapılışını seyrettim ve tabii ki afiyetle yedim. Şimdi de yapılışını yazacağım.

Şimdi başta malzemeler : (mesela 4 kişi için)

Bir kabak
Bir patlıcan
Bir havuç
12 dilim pastırma – çemeni az olsun ( bacon da olabilir )
4 yumurta
kekik
bence rosemary de konulabilir
Yağlı kağıt

Efendim ilk başta kabak, patlıcan ve havucu soyarak kızartabilmek üzere küpler halinde doğruyorsunuz. (unutmuşum, ben de bir kabak soydum ve doğradım) Sonrasında bu malzemeleri yağda kızartma yapmayı, üstünün başının kokmasını seven bir arkadaşımızın eline tutuşturuyorsunuz.

Yağlı kağıtları 25×25 büyüklüğünde 4 adet kesiyorsunuz. Kızarttığınız sebzeleri dörde bölüp kağıtların ortasına yerleştiriyorsunuz. Ardından sebze kümelerinin ortasına birer havuz açıyorsunuz. Bu açtığınız havuzların içine bir adet yumurtayı dikkatle kırıyorsunuz. Sonra da elinizdeki 2-3 dilim pastırma veya baconı bu havuzların (tepeciklerin) üstüne yan yana yerleştirip, kekik veya canınız ne baharat istiyorsa tepeciklerin üstüne serpiyorsunuz. Nihayetinde yağlı kağıtları kenarlarından kıvırarak birer paket haline getiriyorsunuz. (Nasıl bir paket diye sormayın … kıvırın kardeşim kenarlarını, fırının içinde açılmayacak şekilde …hiç mi paket yapmadınız hayatınızda ? (Aaaa)

Sonra paketleri tepsiye yerleştiriyoruz ve orta sıcaklıktaki “ısınmış” (soğuk değil) fırına sadece 10 dakikalığına sürüyorsunuz. 10 dakika sonra fırından çıkartıp hemen servis yapıyorsunuz. En ideal pişme yumurtaların sarısının cıvık olması. Mesela benim ki katıydı…. Olmaz. … çok pişmiş …. kim yaptı bunu… hiç beğenmedim … şef nerede ? bu müessese hiç iyi çalışmıyor….. aaa…. ama bakın şu armutlara … kim soymuş bunları… sanat eseri gibi … 10 puan.

Evet, görüldüğü gibi Ağustos toplantısını da böylece geçirmiş olduk. Bir ara birileri ödev, mödev der gibi oldu, ben acilen “tuvalet neredeydi ya” gibisinden sandalyeye yeltendim, neyse ki konuşmalar zararsız sinek vızıltısı tonunda geldi ve geçti. Şefimiz yeni ödev konularını mesaj atacağını söyledi. Ben şefimizin sözkonusu “mesaj” haberi üzerine öyle çok bahtiyar (!) oldum ki, bilemiyorum ama bu derin saadet galiba beni bir gün manen çökertecek.!

.

4. Hafta

Sakaryaspor 2 – Fenerbahçe 1 ……… abuk subuk bir durum
Galatasaray 2- Gaziantepspor 2 ( ho )
Beşiktaş 3 – Konyaspor 1


8 Kasım 2008 

SANDALYE

O sandalyenin üstünde ne kadar oturdum hatırlamıyorum
tırnaklarımı da kemirmişim yanısıra
düşünmüştüm camdan dışarıda rüzgarla titreşen yaprakları izlerken
kapılar açılıyor, pencereler kapanıyor
aklımın sokaklarından insanlar geçiyor
çok şeyler yaşanıyor,
bitiyor, başlıyor, duruyor
İçindesin dışında olsan da,
karşıdasın yanımda dursanda
Hayallerim var, özlüyorum onları diyorum
ve sandalyenin üstünde oturunca sanki sonsuzum
pek iyi mi değilim bu aralar
ama bir sesini duyarsam sakinlerim umuyorum
kalmak da istiyorum ama gidiyorum
sormuyorsun neden diye
ben de bilmiyorum
bilseydim ben de
oturmazdım bu sandalyede ne kadardır sanıyorum.


21 Mart 2009

SAHİPLENMEYECEKSİN 

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
” O olmazsa yaşayamam. ” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin O’ nu sevdiğinden.

Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile ço k sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
” O benim. ” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Sadece ucundan tutarak…

Can YÜCEL


25 Ocak 2009

BOŞ KALMAK

Yaprak’la blogları ayırıp kişisel bloguma da yeni bir kimlik kazandırınca kendimi çok ihmal eder oldum. Bunun bir geçiş devresi olmasını umuyorum. Yazmak isteyip aylardır beklettiğim, kafamı ve kaynakları toparlayamadığım veya yazmak için bir türlü zaman ayarlayamadığım öyle çok konu birikti ki, sanırım hepsi hayatımdaki kayıplar hanesine teker teker yazılacaklar hatta şimdi bile yazılıyorlar.

Sanat Tarihi bölümüne eklemek istediğim “Sanatta -izm’ler” başlıklı yazıma başlayabilmek için neyi bekliyorum bilmiyorum veya İnsan Kaynakları’nda tamamlamam gereken “Kariyer Yönetimi” gibi yazı dizileri var. Son iki yıldır sene kapanışlarını yapamadım. Gündelik hayatta sinirimi bozan onca olayın sadece bir ikisinden dem vurabildim. Yazı trafiğimde Yaprak’ın çok üstüne düştüğümün farkındayım. Dengeyi en kısa sürede bir şekilde sağlayacağımı umuyorum.

Günler hızlı ama hayattaki gelişmeler çok yavaş ilerliyor. Beklemeler, bilinmezler içinde bir dinlenme molası verdiğim bloglarım olmasa ne yapardım acaba diye soruyorum kendi kendime veya başka insanlar yazmadıkları, yazabileceklerini düşünmedikleri, kurgulamadıkları, araştırmadıkları zaman ne yaparlar diye düşünüyorum.

Geçenlerde Marx’ın bir sözünü okudum; “İnsanlar ihtiyaçları kadarını gerçekleştirebilirler” diyor. Bu cümle beynimde şimşekler çaktırdı. Birden panik oldum. Nedir benim ihtiyaçlarım, nereye kadardır gerçekleştirebileceklerim, hayallerim de ihtiyaçlarım dahilinde midir? Ben sanırım yazılarım ile yaşanılan, yaşanılmış anı arşivlemeye çalışırken, geleceği de “o an” geldiğinde kaçırmış olmamak adına şimdiden klavye başında yakalamaya uğraşıyorum. Sanki yazı yazarsam bir yerlerinden 2010, 2011′lere uzanabilirmişim gibi geliyor ve içimdeki bunca itiş kakış arasında merak etmekten kendimi alıkoyamıyorum; “boş kalabilince” insanlar ne -yapmıyor-, nasıl “boş kalmayı” başarabiliyor, boş kalmak fiziksel mi, yoksa %100 zihinsel bir süreç midir? Boş kalmak nedir ?


23 Ocak 2009

NURİ BİLGE CEYLAN’I ÜÇ MAYMUN FİLMİ ÜZERİNE 

Bugün vizyondayken bilerek kaçırdığım Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun” filmini DVD’den seyrettim. Film gösterimdeyken televizyondan izlediğim fragmanındaki karanlık hava o dönemdeki ferahlık arayışıma uyuşmamıştı ve aylar sonra sinemaya gidebilmek için Yaprak’ı anneannesine bıraktığım o ilk gün “Üç Maymun” u değil, “Issız Adam” ı izlemeyi tercih etmiştim. Neyse, kısmet bugüneymiş …

Her zamanki gibi ilk başta film için kuşbakışı değerlendirmemi yapacağım; görselliğin ciddi anlamda senaryoyu solladığı “Üç Maymun” gerçekten Cannes Fim Festivali’nden aldığı “En İyi Yönetmen” ödülünü haketmiş, çok beğendim. Başlangıçtan itibaren kırık bir hikayeyi seyretmeye başladığınızı tereddüt etmeden haber veriyor yönetmen. Daha ilk dakikadan izleyiciye “sorgulama” diyor, “sadece izle”. İzledikçe aslında şaşırmıyor insan, izledikçe serbest bırakıyor filmi, belki biraz da tablomsu manzaralar, arka plandaki sesler ile derinlere dalıyor zihninde.

Filmi serbest bırakmak ne demek diye soracak olursanız şöyle cevap verebilirim : Bu filmi zengin/yoksul, ahlaklı/ahlaksız, mutlu/mutsuz, doğru/yanlış, başarılı/başarısız gibi kavramlara takılarak izlemek filmin doğallığını yokeder. Sanılanın aksine koşullar kimin, nerede, ne halde olabileceği konusunda hep belirsizdir. Şimdiden bir dakika sonrayı kimse kestiremez ve her ne kadar reddetsek de hayat zamanına, yerine, durumuna göre her birimize üç maymunu oynatır, bunu da kimse inkar edemez.

Yenikapı sahilinde, tren raylarınına komşu, açık deniz manzaralı eski, dar, küçük evlerinde yaşayan “karı, koca, oğulun” belki de hayata karşı kırıklıklarının ana nedeni yıllar önce yitirilmiş küçük erkek evlatdır (Gürkan Aydın), kardeştir. Onun solgun, morarmış yüzü, minik elleri baba-oğul üzerinde belirgin izlerini gösterirken, gün gelir anne ( Hacer Aslan ) ölmüş oğlunun mezarını temiz tutamayacak kadar farklı bir heyacana kaptırır kendini. İsmail (Ahmet Rıfat Şungar), babasını aldatan annesini değil, onun aşığını (Ercan Kesal) affetmez. Eyüp (Yavuz Bingöl) karısının olası ölümüne gözyumabilir ama herşeye rağmen sonunda onu bırakamayacak kadar belki uygar, belki de bağlıdır. Bazen sadece soğuk kış günlerinde hayatta kalabilmek için ödenen bedel kahveci Bayram’ınki(Cafer Köse) gibi özgürlüktür, bazense özgürlük için ödenen bedel, herşeyin yitirilmesine neden olan zarf içindeki üç beş kuruştur.  Ama herhalde en hüzünlü olan birkaç zevkli dakika uğruna yitirilen bir hayattır. Bunları herkes bilir ama kimse görmez, duymaz ve konuşmaz, hayat böylece saniye saniye, dakika dakika, saat saat, gün gün, ay ay, yıl yıl akıp gider.

“Üç Maymun” olgun film izleyicisine hitap eden bir yapıt. Olgun derken kasdım “duyarlı, sabırlı, empati kurabilir, doğal” olabilmek. Uyarırım, bu film gelenekçiler, yönetmenden mühendislik harikası bekleyenler veya Hollywood filmlerindeki gerçek dışılığı arayan, hayalperest seyirciler için büyük bir sıkıntı ve hayalkırıklığı kaynağı olabilir.

Son söz olarak Ahmet Rıfat Şungar’ın oyunculuğunu çok beğendim diyorum ve noktayı koyuyorum.


13 Ocak 2009

WOODY ALLEN’IN BARSELONA BARSELONA FİLMİ ÜZERİNE

Dün Yaprak’ı anneanneye bıraktıktan sonra hemen kendimi haberini aldığımdan beri merakla beklediğim Woody Allen’nın yazıp yönettiği son filmi “Barselona Barselona”yı izlemek üzere sinemaya attım. Filmin yönetmeni çok başarılı, oyuncuları da ayrı cazip olunca insan elbet iyi birşeyler bekliyor. Penelope Cruz, Scarlett Johansson, Javier Bardem üçlüsünü ayrı ayrı son dönemde sinema dünyasında en beğendiğim oyuncular arasında sayabilirim, e bir de bir araya geldilerse, hele ki Barselona gibi bir şehirde, ortalığı darla duman ederler diye düşünmeden edemiyor insan.

Her zaman ki gibi ilk başta film hakkındaki kuşbakışı görüşümü söyliyeyim; çok beğendim. Kimsenin sırtına, aklına yük olmayan, akıcı, şaşırtıcı, eğlenceli, kendi içinde sıradışılıkları olan bir film çekmiş Woody Allen. “Mesaj kaygısı olmayan” niteliği, ara ara düşündürüp, sonra da “fazla üstüne düşünmeye de değmez, hayat işte” dedirten “Barselona Barselona”, beni üç yıl önce büyük keyifle dolaştığım şehre tekrar götürdüğü için de ayrı bir mutlu etti diyebilirim. Gaudi sahneleri harikaydı, heyecanladım, tekrar o güzel şehirde olmak istedim için için. Ve yazmadan edemeyeceğim ben hayatımda Penelope Cruz kadar da seksi kadın görmedim.

Filmde en çok hoşuma giden nokta, kadın-erkek, arkadaşlık ilişkilerinin Amerikan metaryalizmi ile Avrupa naturalizmi ve esteği arasında nasıl şekillenebileceğini çok espirili bir dille anlatabilmesiydi. Sorunlu eski eş Maria Elena(Penelope Cruz) ve ressam Juan (Javier Bardem) arasındaki arızalı bohem aşkın tamircisi “arayıştaki” Cristina (Scarlett Johansson) ile bu üçlüye “garantici, planlı, programlı, metaryalist” tipik amerikalı tarzıyla dahil olan Vicky (Rebecca Hall), izleyenlere zihinlerdeki sınırları kaldırabileceğiniz sürece zıt tiplerdeki insan ilişkilerinin ne boyutlara taşınabileceğini cesurca gösteriyor.

Filmdeki tek verilmek istenen mesaj bence “hayatta birşeyleri kaçırmamak” üzerine. Bu arada da Woody Allen büyük ihtimalle kendi üvey kızı ile evlemesine bir atıfta bulunmuş oluyor. Evlenmeseydi ve toplumun sınırları içinde kalmayı tercih etseydi belki de hayatında yaşayabileceği en büyük mutluluğu kaçıracaktı. Film bir çeşit kendini aklama sanki. Ama filmin sonunda şunu da görüyoruz, gerek Vicky, gerekse Cristina kendilerine özgürlük adına bir şans verdikten sonra yine kendi yollarına dönmeyi tercih ediyorlar. Ama hayatta yaşanan herşey cepte bir tecrübe ve kişinin kendini tanıması için bir fırsat oluyor. Bu nedenle sözün özü şu : Bir defa doğuyoruz, yaşamaktan korkmamak lazım.

Bu arada annemin bir arkadaşı film hakkında “sapıkça ” yorumunu yapmış, çok ama çok güldüm. İşte bakış açısı farklılığı … kimbilir belki siz de izleseniz böyle düşünebilirsiniz ?!


19 Kasım 2008

ÇAĞAN IRMAK’IN SESSİZ ADAM FİLMİ ÜZERİNE

Bu sabah annemin telefonu bana adeta ilaç gibi geldi. Havanın basıklığından mı, yoksa kendi iç kasfetimden mi bilemiyorum, parmağımı kıpırdatasım yoktu. Evin içinde amaçsızca dönüp duruyor, Yaprak’la ilgileniyormuş gibi yapıyordum kendi kendime, hatta Yaprak benimle ilgileniyordu desem daha yerinde olur. Ama annemin “bebeği bana bırak, sinemaya git” önerisi içime bir çiğ tanesi gibi düştü, beni ürpertti, diriltti ve “peki” dedim hafifleyerek; “hangisine gitsem acaba? O kadar çok görülmeye değer film var ki vizyonda. Üç Maymun, Düşes, Quantum of Solace ve Issız Adam … hangisi ?”. Vurdu kırdı görmek istemedim, Düşes hazindi, Üç Maymun kapkaraydı. Sonuçta Yaprak’ı anneme bıraktıktan sonra “Issız Adam” nın salonunda, H sırası 16. koltukta buldum kendimi.

Hep olduğu gibi başta kuşbakışı değerlendirmemi yapacağım. Filmi izlemeye başlamadan önce kafamdan aynen şunlar geçiyordu : Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filminden ağlamaktan gözlerim neredeyse ellerime düşmüş bir vaziyette çıktığım için kaygılıydım, benzer bir durum yaşayabilir miydim ? Ayrıca iki başrol oyuncusunu da hiç tanımıyordum. Bir tek Cemal Hünal’nın Ayşe Arman ile yaptığı röportajı okumuş ve kendisini ‘enteresan’ bulmuştum. Melis Birkan’nın ise tümüyle yabancısıydım. Sanırım öncelikli olarak böyle iki bilinmez oyuncuyu izleyecek olmak beni heyecanlandırdı, belki de bu filmi seçme nedenim de bu “bilinmezlik”ti. Film bittiğinde ise diyebilirim ki Irmak’ın yönetiminde Hünal-Birkan ikilisi ile Beyoğlu, Tünel, Galata, Pera civarında geçirdiğim aşk, duygusalllık, tensellik, bencillik, tükenmişlik, şekilcilik kısacası her hali ile insanlık dolu iki saatten çok memnun kaldım. Bütün saniyeleri ile dünyalı ve mesaj verme kaygısı olmadığı için de izleyiciyi yormayan, böylesine gerçeğe dair bir film çekebilmek ne büyük başarı.

Alper’in filmin ilk sahnelerinden itibaren çarpıcı bir şekilde anlatılan yüzeyselliğinin kendisini de rahatsız eden düzeye çıkması onu sonunda zihinsel bir ihtiyaç olarak Ada ile karşılaştırıyor. Ada’nın çizdiği, her bakımdan olumlu kadın karakteri ise belki de bütün erkeklerin hayallerine cevap verebilir nitelikte; güzel, olgun, espirili, akıllı, becerikli. Öte yandan Alper karakterinin hayvani tarafı yanında insanı soru işaretleri içinde bırakan iki çok önemli açılımı var; yemek yapmaya ve 80′li yılların Türk pop müziğine olan zarif tutkusu. Erkek yakışıklı, ilgili, kısmen duyarlı, kadın güzel, akıllı, yetenekli, o zaman nedir ters giden derken, karakter çözümlemesine de girmek de istemiyor insan. Üstelik hissettiğim kadarıyla yönetmen de, ucundan biraz koklatsa bile hiç “Alper neden böyle olmuş?” sorusunu cevaplandırma taraftarı değil. Filmi izlerken geçen iki saatin hoş tarafı da bu, yabancı değil, hepimizin her gün yaşadığı gibi hayat akıp gidiyor perdede. Bir insan giriyor hayatımıza, olaylar gelişiyor, ilişkiler ilerliyor, zaman geçiyor ve sonuçta bir noktaya varılması gerekiyor. Alper ile Ada’nın hikayesinde varılan nokta erkeğin tükenmişliği ile kadının yaratıcılığı, üretkenliği arasında bir yerde sadece “neden?” sorusu ile yüklemleniyor.  Ada anlayamıyor, çözemiyor çift olarak bu kadar derinlere inebilmiş iken,  Alper’in içine düşeceği mutsuz yanlızlığa-ıssızlığa rağmen kendi yüzeysel ve şekilci bağımsızlığına olan bağımlılığını, en büyük bencilliğini.

Sözün özü “Issız Adam” sonsuz bencil, çekici bir adam ile şehirli, güzel kadının aşk hikayesi ve tarafımca herkese izlenmesi tavsiye olunur.


7 Kasım 2008

CAN DÜNDAR’IN MUSTAFA FİLMİ ÜZERİNE 

Dün son günlerin en büyük tartışma konularından Can Dündar’ın yazıp yönettiği “Mustafa” fimine gittim. Film üzerine o kadar çok yazıldı, konuşuldu, tartışıldı, hatta Can Dündar’a hakaret derecesine varacak sözler söylendi ki, bir yandan onları okuyorum, dinliyorum, diğer taraftan kendi düşüncelerimi toparlamaya çalışıyorum. Sanırım detaya girmeden önce ilk olarak film hakkındaki kuşbakışı değerlendirmemi söylemeliyim : Ben filmi beğendim, keşke iki saate sığdırılmak zorunda kalmayan daha uzun, daha kapsamlı bir çekim olsaydı. Her ne kadar Can Dündar Mustafa’nın belgesele dönüştüreceğini söylese de, bunca eleştiri ve saldırıdan sonra böyle birşeye yeltenir mi veya sponsor bulabilir mi bilmiyorum.

Filmi üzerine birkaç saptama yapmak istiyorum. Birincisi filmi 20-30 adet ilköğretim öğrencisinin bulunduğu bir salonda izledim. Bu yaşları 12-13 olan çocuk topluluğu filmin 5. dakikası yani Mustafa’nın Manastıra gidişi sahnesinden sonra birbirlerine mısır atmak, cep telefonu ile mesajlaşmak, itişip kakışmak, yer değiştirmek, vs. dışında filmi izlemeye yönelik hiçbir belirti göstermediler. Buradan neyi anlayabiliriz : Film çocuklara göre değil, sıkılıyorlar, anlamıyorlar, ilgilenmiyorlar.  Lise öncesi öğrencilerin zorla bu filme götürülmesinin gereksiz olduğu apaçık.

İkinci saptamam ise filmin bu kısa versiyonu ile Atatürk’ün yaşamındaki dönemler arasında izleyene büyük kopukluklar yaşatması. Can Dündar’da durumun farkında olduğunu ancak iki saate bu kadarını sığdırabidiklerini söyledi. Her ne olursa olsun kopukluklar bana filmin etkisini azaltan bir yetersizlik duygusu verdi. Diğer taraftan şunu da düşünmüyor değilim : Atatürk’ün özel hayatının daha detaylarına girilse aşırı Kemalist’ler Can Dündar’ı öldürmeye bile kalkabilirler mi ? veya bu biraz paparazziliğe dönüşmez mi? …

Filme gelen aşırı tepkilerden henüz genç, yaşlı Atatürk severlerin yeterince olgunlaşmamış olduklarını ve halen Atatürk’ü putlaştırdıklarını görüyorum. Onun zayıf yönlerini, hasretlerini, aşklarını, erkekliğini, yanlışlarını duymak istemiyorlar, onu kafalarında tanrılaştırıyorlar. Oysa ki Atatürk bile Nutku’nda gücünü “göklerden, gaipten değil, hayatın içinden ve tecrübelerinden aldığını” söylüyor.

Halihazırdaki görüntüde, Dündar’ın vurguladığı tarzda Atatürk’ün kendisini yanlız hissetmesi, dine ve komünizme yaklaşımı, güç kullanması, içki sofrasında ağlayabilmesi, gülmesi, eğlenmesi, dans etmesi, karanlıkta uyuyamaması, aşk yaşaması, aşkını kaleme alabilmesi, Fikriye’nin intiharı ile sarsılması, hasta iken koltuğunda boynunun bükülmesi, vs. gibi anlatımlar , maalesef birçok kesim tarafından kendisinin amaçladığı gibi ‘Atatürk’ün insani yüzünü göstermek‘ şeklinde algılanmadı. Halk bu yaklaşımı reddetti, filmdeki Atatürk’ü ‘insani’ değil, ‘güçsüz’ buldu. Belki Dündar da filmin bu şekildeki olası sonuçlarını düşünüp, elini taşın altına koydu ve “bir yerlerden başlamak lazım” diyerek ‘Mustafa’yı çekti. Onun yaptığı kimisine göre bir hizmet, kimisine göre ise saygısızlık, düşüncesizlik hatta hakaret. Sonuçta filmin varlığının açtığı tartışmaların nereye varacağını önümüzdeki günler gösterek.

İnsan doğası zalimdir ve birinin güçsüz noktasını saptadı mı onu yoketmek için bu zayıflıkları kullanmaktan çekinmez. Sanırım Atatürk severlerin kaygısı bu yönde; “Mustafa’yı biz çocuklarımıza, gençlerimize idealize ediyorduk, şimdi farklı güçler tarafından zaten yıpratılmaya, yokedilmeye çalışılan Atatürk’e, bunca zaaflarını duyduktan sonra benim evladımın güveni sarsılmayacak mı, onu sorgulamayacak mı, sevgisi azalmayacak mı, onu karalamaya çalışanların eline malzeme verilmedi mi ?” Bu kaygıya benim cevabım şöyle: Sorgulasın, üstüne düşünsün ve sonrasında bilinçli ebeveynlerin ve öğretmenlerin desteği ile ‘ezberin değil, aklın yolu bir‘e varabilsin “O da benim gibi güldü, eğlendi, aşık oldu, ağladı, yanlışlar yaptı, içti, yoruldu, hastalandı, elindeki gücü yeri geldi kullandı ama benden öte o bir de bu Cumhuriyeti kurdu, devrimleri yaptı, bana bağımsızlığımı verdi”. Bırakın çocuklarımız, gençlerimiz Atatürk ile kendilerini kıyaslasınlar hatta ona göre kendilerinde üstün yönler bulsunlar ama eğer gerçekten vicdanları varsa, ki aslında zaten arzu edilen de vicdanlı birer birey olmaları, nihayetinde bir vatanı varedebilmek konusunda ellerini yüreklerinin üstüne koyup, şapkalarını çıkartsınlar, ona gönülden teşekkür etsinler, onu unutmasınlar ve onu seveceklerse ezberci anlayışla değil, gönülden inanarak ve onu anlamaya çalışarak, onu bir put, tanrısal bir güç değil, bir insan olarak sevsinler. Bu konuda da ablam Başak ve kendimi örnek verebilirim. Biz Atatürk’ün iyisiyle kötüsüyle çok tartışıldığı bir ortamda büyüdük. Filmde anlatılandan çok daha fazlası bizim aile meclislerimizde, sofralarımızda konuşulurdu. Muhsin dedem biz çocukken Atatürk’ün en büyük zaaflarını “O bir insandı, büyük bir asker ve fikir adamıydı, onun ne koşullarda, neler yaptığı kadar ve hatalarını, zayıflıklarını da bileceksiniz, düşüneceksiniz ve onu bu vatan için kimsenin yapamadığını başardığı için seveceksiniz. Ve gün gelip biri size onun zayıflıkları üzerinden saldırmaya kalktığında savaşa hazır olacaksınız” diyerek anlatırdı. Dedem ileri görüşlü bir insandı. Yıllar sonra Norveçliler ile çalışırken şirketin yönetim kurulu başkanı bana bir yemek esnasında bu tarzda, Atatürk’ün bir zaafı üzerinden saldırmaya kalkmış, ben de alaycı ve umursamaz bir şekilde yüzüne gülerek “so what ? (yani ne ? – ne demek istiyorsunuz) ?” demiştim. Tabii adam akıllıydı, sustu. Susmazsa onu fena bozabileceğimi anladı. O yemekte Atatürk sayesinde ben de büyük bir hayat dersi aldım: Atatürk karşıtlarının (ülkemizde özellikle dinciler) ellerindeki olası saldırı malzemelerine karşı hazırlıklı iseniz, onlar sizi her ne kadar bel altından vurmaya çalışırlarsa çalışsınlar, başarı elde edemezler. Eğer birey Atatürk’ün istediği gibi kendine güveniyorsa ve dersini çalışmış ise karşısına çıkabilecek bütün karşı güçleri rahatça geri püskürtür. Atatürk’ün dediği gibi “İhtiyacın olan güç damarlarındaki asil kanda mevcuttur”. Sanırım Can Dündar Atatürk konusunda milletini bir parça da olsa eğitmeye ve güçlendirmeye çalıştı, çalışıyor, ama bilemiyorum başarabiliyor mu, bu millet eğitilmek, aklen güçlenmek istiyor mu?

Son olarak kafamda biri filmden, diğeri film üzerinden genele yönelik iki soru var ve beni düşündürüyorlar: Birincisi Atatürk’ün neden annesinin beğenmediği mezarlığının yerine herhangi bir sade mermer koydurtmamış da, dağdan bir kaya parçasını tercih etmiş? Özel bir anlamı mı var acaba ? İkinci genele yönelik sorum ise; biz gerçekten Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukken karga kovaladığını görmeye tahamüllü olamayacak kadar aşağılık kompleksine sahip yani kendine güvensiz bir millet olabilir miyiz ?

Toplum olarak sevgi anlayışımız da biraz sığ mıdır, nedir ?  “Benim seveceğim insan sadece iyiliklerle bezeli, üstün meziyetli, erişilmez, ulaşılmaz, yenilmez olsun” gibi bir yaklaşım görüyorum halkımızda. Pardon da, herkes önce bir dönüp kendisine, sonra etrafına baksın ve varsa öyle biri göstersin veya bu yaklaşımla etrafında sevecek insan bulabilir mi aransın. Atatürk zaten halkımızın kafasındaki gibi “kusursuz” biri olsaydı askerlik ve devlet adamlığı yapmaz, peygamberliğini ilan eder veya melek olup kanatlanır, uçardı. Filmde 1927′de 8 yıl aradan sonra sevgi gösterileri İstanbul’a boğazdan gelen Mustafa Kemal’e soruyorlar: “Heyecanlı mısınız Paşam?” O diyor ki “Hayır, beni bugün böyle sevgi gösterileri ile karşılayan millet, yarın kellem için peşime düşebilir”. İşte görülüyor ki hala Atatürk’ü anlamak ve sevmek konusunda 1927′deki kadar cahil ve sığız. Ezberci sevgimizin algılayamadığımız bir film ile bile nefrete dönüşebileceğinden şüphelenecek kadar güçsüz ve aciziz. Ayrıca bir blogcu Oğuz Bölükbaşı’nın dediği gibi Atatürk’ü bu filmde zayıf, güçsüz görenler kendilerine birer beyin gözlüğü alsınlar, önce kendilerine sonra Mustafa’ya baksınlar, eğer becerebilirlerse düşünsünler.

Bir de şimdi şu Hüseyin Üzmez’i düşündüm. Sapık bir adamı kendi çevresi yaptığı bütün iğrençliğe rağmen nasıl da sahipleniyor.  Gelin görün ki, şu koskocaman Atatürk sever camia bir film ile Ata’larına duydukları sevgiden, o sevgiyi kaybedebileceklerinden şüpheleniyor, korkuyorlar … hangi tarafınki güç, hangisininki  acizlik? Sevgi kavramı kendi içerisinde ‘koşulsuzluk’ kavramını barındırmaz mı?


12 Mart 2009

DAVID BOYLE’UN MİLYONEL FİLMİ ÜZERİNE 

Bir sinema günümü daha gayet mutlu şekilde bitirdim. Bu seferki görülecek film seçimim tabii ki 8 oscar ödüllü David Boyle ve Loveleen Tandan’ın yönettiği “Slumdog Millionaire”, ülkemizdeki ismi ile “Milyoner” filmi yönünde oldu. Romanı Vikas Swarup’a ait olup Simon Beaufoy tarafından senaryolaştırılan ve müziklerini Allah Rakha Rahman’nın bestelediği Slumdog Millionaire kısaca “bir 21. yüzyıl Doğu masalı” diye özetlenebilir.

Filmi beğendim, bana göre bir doğu hikayesini, bir batılı çekerse ancak böyle pozitivist, böyle doğal, böyle acitasyondan uzak bir film çıkabilir çünkü aslında hikaye büyük üzüntüler, trajediler, haksızlıklar, felaketler dolu ve filmin çok iyi kurgulanmış olması sayesinde seyirci hiçbir sahneyi tam anlamıyla üzülemeden, şaşıramadan, hatta sevinemeden teğet geçiyor. Neticede de seyirci film boyunca mutsuzluk içinde dağılmıyor, çökmüyor. Özellikle de vurgulamak istiyorum, filmin tempolu müzikleri bu hızlı akışı büyük başarıyla destekliyor. Düşünsenize, özetle bir çocuk var ve bu çocuk altı yaşında annesi ile babasını gözleri önünde kaybediyor, açlıkla, pislikle, suçla dolu bir hayat içinde insanların gözlerinin önünde öldürüldüğünü, sevdiği kızın abisi tarafından elinden alındığını görüyor, kandırılmaya çalışılıyor, kanmayınca işkenceye maruz kalıyor, dövülüyor … daha ne yazayım kısacası film boyunca cocuğun bir ölmediği kalıyor adeta. Ama bu kadar dramatik akan hikaye, ana karakteri Jamal’in (Dev Patel) olduğu kadar izleyicisinin de hiçbir zaman olumlu bakışı elden bırakmasına izin vermiyor.

Dünyaya hiçbirimiz eşit gelmiyoruz. Yaşam koşulları eşitmiş gibi görünün bir abi-kardeşin bile doğuştan sahip oldukları farklı karakterler her ikisini de bambaşka yollara sürükleyebiliyor. Filmin merkez kuvveti diyebileceğimiz, iki kardeşin tek ortak noktaları ise farklı yansımaları ile içlerindeki ‘inanç’ duygusu. Jamal’ın dürüstlüğü ve en başından itibaren Latika’ya (Freida Pinto) duyduğu aşk onun içindeki büyük inancının kaynağı iken, abisi Salim’in (Madhur Mittal) namaz kıldıktan sonra adam öldürerek yansıttığı materyal hayata duyduğu inanç filmin sonunda da kaçınılmaz şekilde ‘ilahi adalet’ kavramını çıkartıyor karşımıza. Hikayedeki bir diğer inanç üzerine olan ironi ise Jamal ile Salim’in müslüman-hindü inanç çatışması yüzünden anne ve babalarını kaybetmeleri.

Film boyunca izlediğimiz sefalet, pislik, çocukların dilendirilmek üzere sakat bırakılmaları belki Amerikalı, Avrupalı seyirciye çok sıradışı ve uzak gelmiştir ama bunlar bizim ülkemizde de yaşadığımız gerçekler olduğu için beni fazla şaşırtmadı. Slumdog Millionaire’in Batı dünyasının yaşam standartlarına kıyasla son derece sıradışı bir dünyayı görüntülemiş olması ona bunca Oscar’ı getirdi diye düşünüyorum. Batılı bu filmde kendisini bulamadığı için çok etkilendi. Ama biz Türkler kendimizi tümüyle olmasa bile yeteri kadar filmin içinde bulabiliyoruz. Bizim de dilendirilmek üzere sakat bırakılan, çöplüklerde yemek arayan, yankesicilik yapan, uyuşturucu kullanan, sefalaet içinde yaşayan yığınla çıplak ayaklı çocuğumuz var. Üstelik bizler de onlara çoğunlukla “slumdog” muamelesi yapıyoruz. Ben hiç etrafta itilip kakılan, dayak yiyen bir dolandırıcı çocuğa çıkartıp para veren bir vatandaşımızı görmedim (referans filmde Amerikalı çifti dolandırdığı için dayak yiyen Jamal’a bir de üstüne para veren Amerikalı çift). O nedenle bu film için  “Muhteşem, harika” diyen Türk seyircisini de pek anlayamıyorum, batılı gibi gözlerine inanamaz biçimde izleyemezler ki onlar bu filmi. Üstelik aynı hikayeyi bir Türk yazıp, çekseydi eminim ki “Bu ne bayat hikaye, ne büyük acitasyon, arabesk, gerçek dışı bir son” diye oldukça büyük tepkiler bile alırdı.

Slumdog Millionaire görülmesi gereken bir film. Belki de türünün ilk ve tek örneği oldu, olacak. Hiçbir batılı yönetmen böyle büyük bir başarı yakalamış filmin gölgesinde kalmamak veya kötü kopyası olmamak adına doğu hikayelerine yönelmeye cesaret edemeyecek. Tebrikler David Boyle, harika bir niş yakalamışsınız …


12 Şubat 2009

ERDEM KIRAL’IN VİCDAN FİLMİ ÜZERİNE 

Geçtiğimiz gün annem, babam ve ben DVD’den Erdem Kıral’ın yönettiğini, başrollerini Nurgül Yeşilçay, Murat Han, Tülin Özen’in paylaştığı “Vicdan” filmini seyrettik. Nurgün Yeşilçay’a bu sene Antalya Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu kategorisinde Altın Portakal getiren filmi vizyondayken izleyememiştim ve doğrusu hem Yeşilçay’ın, hem de Murat Han’ın performanslarını çok merak ediyordum.

Film hakkında ilk başta söyleyebileceğim şey afişinin çok başarılı olduğu ve Vicdan’ın beni şaşırtan bunaltıcı, sıkışık havasını çok iyi yansıtabildiği. “Bir afişten hareketle film izlenilir mi?” diye bir soru akla gelebilir, bu suale benim cevabım “evet” olur. “Vicdan” daha ilk dakikasından itibaren afişindeki gibi karanlık ve kırmızı, derin yarıkları, uçurumları olan, izleyende ciddi izler bırakabilecek bir film. Küçük bir kasabada kiremit fabrikasında çalışan bir grup insanın ağır hayatından, aşkla cinselliğin karmaşıklığına, ahlak çöküntüsünden, dostluk bağlarına, özgürlük arayışından, tükenmişliğe ve ardından ölüme varan bir kara-al yolculuk film karelerinde akan.

Vicdan’da beni en çok etkileyen dört beş sahneden bahsetmek istiyorum. Birincisi açılış; izleyici filmin başındaki silah atışı ile ilk şokunu yaşıyor. Sonrasında Mahmut (Murat Han), karısı Songül (Tülin Özen) ve sevgilisi Aydanur (Nurgül Yeşilçay) arasındaki aşk üçgeninde, kadınların dostluklarını taçlandırmalarının kanı donduracak şekilde noktalandığı ‘kiremitli’ düğün sahnesini herhalde bir ömür unutmayacağım. Üçüncü sahne ise İzmir’e giden ve pavyonda tanıştığı adamın imam nikahı altına girerek kapanan Aydanur’un terkedileceğini anladığı yatak sahnesindeki hüznü ve bir damlalık gözyaşı, sonun başlangıcı. Bu arada zamanın geçişini vurgulayan siyah kırmızı tonlardaki ara görüntülere bayıldım. Filmin son sahnesindeki Aydanur’un yüzünün yitirilmiş ifadesi ise ve polise verdiği cevap benim Nurgül Yeşilçay’a tereddütsüz kendi “altın portakalımı” vermemi sağladı diyebilirim.

Bu film sarsıcı bir yapıt. İnsanın kalbini hoplatan, kıran, darmadağın eden bir özelliği var. Yeşilçay dışında, Murat Han ve Tülin Özen’in de performansları mükemmel. Vicdan’ın bana göre en büyük özelliği sıradan gibi görünen ama sıradan olmayan insanların hikayesini, sıradışı bir şekilde kan, ter, kir ve karamsarlık içinde anlatması. Film boyunca insan kendini hiçbir karakter ile özdeşleştiremiyor, filmin hiçbir karesinde kendisini aramıyor ama tam bir yabancı olarak bambaşka bir dünyanın tam göbeğinde buluyor kendisini. Ben mutlaka izleyin derim ama şimdiye kadar okuduğum izleyici yorumlarının dörtte üçü filmden nefret etmiş. Bizim film seyircimizi anlamak için bilmem ki ne olmak lazım ?!


13 Eylül 2007

TATLI BİR VEDA 

Dün Toplulukta bana sürpriz veda pastası kesildi. Hiç eklemediğim bir anda gerçekleşmiş olması çok güzeldi. Veda konuşmasında hazırlıksız yakalandığım için cümlelerimin başı sonu birbirine girdi. Kar Şirketler Topluluğu ve ağırlıklı Vesbo’da geçen beş yılım gerçekten hayatımın bugüne kadarki belki de en önemli dönemidir. Beş yılın genel değerlendirmesini yaptığımda gerek insan, gerekse çıkan iş kalitesi bakımından bana pek çok şey öğrettiğini düşünüyorum. Ben de verdiğim İnsan Kaynakları hizmeti ile, işe alınırken benden istenilen faydaları sağladığıma inanıyorum. Topluluk ile bağlantılarım bireysel ve profesyonel anlamda sürecek, belki de zaman içinde Vesbo’nun Batı Avrupa’ya açılan penceresi olacağım. Ama şu an için öncelikli olarak Yaprak var hayatımda. İlhan’nın işleri istediğimiz düzene girene kadar Yaprak’tan geriye kalan zamanımı da “nanoHILL” ile kaplayacak.

Önümde zorlu geçecek iki yıl var. Herşey yeni, herşey farklı, hemen hemen herşey yabancı. Geçen sene bu zamanlarda Tanrı’ya bunun için dua ediyordum. Diyordum ki ” Tanrım hayatıma öyle büyük değişiklikler getir ki, hiçbirini hayal bile edememiş olayım”. Tanrı beni gerçekten duydu, hayatım hızına inanamadığım bir şekilde farklılaştı. Hergün işten eve yürürken ona beni İlhan’la bir araya getirdiği için teşekkür ediyorum. İyi niyet, çalışkanlık ve doğruluğu bırakmadığımız sürece de bizim yanımızda her zaman olacağına inanıyorum.


16 Eylül 2009

BYZANTIUM 1200

Sizinle Allan Sorrell ve Albrecht Berger’in Byzantium 1200 projesini paylaşmak istiyorum bu yazımda. Bu proje Osmanlı İstanbul’u almadan önce 13. yüzyıldaki Bizans kalıntılarının üç boyutlu bilgisayar çizimlerinden oluşuyor ve adeta şehri yeniden canlandırıyor ve 2010 İstanbul Kültür Başkenti çalışmaları çerçevesinde Bonn ve İstanbul’da sergilenmek üzere yürütülüyormuş ve bu yıl sonuna kadar daha gelişecekmiş.

Çalışmanın esin kaynağı olan aynı tür çalışma Roma için yapılmış. Allan Sorrell oradan esinlenmiş. Projenin diğer önemli üyesi ise Prof. Dr. Albrecht Berger. Dünyada önde gelen bir Bizans uzmanı ve Münih Ludwig Maximılians Üniversitesi, Bizans Enstitütüsü’nde öğretim görevlisi. (aşağıda hipodrom)

Çalışmada bizim şimdi “Tarihi Yarımada” dediğimiz bölgedeki Bizans tarihi incelenerek bu bölgedeki yapılar 3 boyutlu olarak canlandırılmış. Aşağıda bu çalışma ile gün ışığına çıkartılan 66 yapı bulunuyor. Bunlar arasında şimdinin Topkapı Sarayı’nın yerinde olan Blachernae Sarayı’nı (11,12) , Hipodromu (33,34 – şu an Venedik de San Marko Kilisesi’nin tepesindeki dört bronz heykel ile) , Ayasofya Müzesi’ni (31) , Yılanlı Sütunu(24), surları (56, 64), Yerebatan Sarnıcını (9), Atak Mustafa Paşa Cami (6), Toklu Dede Mescidini (65)’ni ve daha nicesini görebilirsiniz.

  1. AKATALEPTOS MONASTERY ( Akataleptos Manastırı)
  2. 19 AKKUBITA (Ziyafet Salonu)
  3. PALACE of ANTIOCHOS (Antiochos Sarayı)
  4. AQUAEDUCT of VALENS (Valens Su Kemeri )
  5. ARCH of THEODOSIOS (Theodosios Kemeri)
  6. ATAK MUSTAFA PAŞA CAMİ ( Atak Mustafa Paşa Cami)
  7. AUGUSTAION (Ayasofya yanı)
  8. BALABAN AĞA MESCİDİ ( Balaban Mescidi)
  9. BASILICA on top of YEREBATAN SARAYI (Yerebatan Sarayının üstündeki bazilika)
  10. BEYAZIT CHURCHES ( Beyazıt kiliseleri)
  11. BLACHERNAE PALACE ( Blachernae Sarayı)
  12. BLACHERNAE WALLS (Blachernae duvarları)
  13. BOUKOLEON PALACE (Boukoleon Sarayı)
  14. BYZANTIUM LAND MODEL ( Bizans Yerleşim Modeli)
  15. CAPITOLIUM ( Merkez)
  16. CHALKE (GATE of the GREAT PALACE) ( Büyük Saray Girişi)
  17. CHORA MONASTERY (Kariye Manastırı – Kariye Müzesi)
  18. CHRYSOTRIKLINOS (Büyük Sarayın parçası)
  19. CISTERN of AETIOS (Aetios Sarnıcı)
  20. COLUMN of JUSTINIAN ( Justinian Sütunu)
  21. COLUMN of MARCIANOS ( Marcianos Sütunu)
  22. COVERED HIPPODROME ( Hipodrom Çevresi)
  23. DAPHNE (Büyük Saray’ın ana binası)
  24. The DELPHI TRIPOD (Yılanlı Sütun)
  25. ENTRANCE TO THE SENAT HOUSE (MAGNAURA) (Senato Girişi)
  26. FORUM of CONSTANTINE (Constantine Forumu)
  27. FORUM of THEODOSIOS (Theodosıos Forumu)
  28. GREAT PALACE ( Büyük Saray)
  29. GÜL CAMİ (Gül Camii)
  30. HAGIA EIRENE (kilise)
  31. HAGIA SOPHIA (Ayasofya)
  32. HAGIOI PANTES (kilise)
  33. HIPPODROME ( Hipodrom)
  34. HIPPODROME BOXES ( Hipodrom Locaları)
  35. HOLY APOSTLES (Kutsal Apostles)
  36. HOSPITAL of SAMPSON ( Sampson Hastanesi)
  37. KYRIOTISSA MONASTERY (Kyriotissa Manastırı)
  38. LIPS MONASTERY (Lips Manastısı)
  39. MANGANA MONASTERY (Mangana Manastırı)
  40. MILION (Merkezi önemli yapı)
  41. MOSAIC PERISTYLE (Peri sitili Mozaik)
  42. MONASTERY of SAINT JOHN of STOUDIOS (Stoudios’lu Aziz John Manastırı)
  43. MYRELAION (Kilise)
  44. NEA EKKLESIA (Kilise)
  45. OLD GOLDEN GATE (Eski Altın Kapı)
  46. PALACE of BOTANEIATES (Botaneiates Sarayı)
  47. PALACE near MYRELAION (Myrelaion yanındaki Saray)
  48. PAMMAKARISTOS MONASTERY (Pammakarisyos Manastırı)
  49. PANTOKRATOR MONASTERY (Pantokrator Manastırı)
  50. PORTA AUREA (GOLDEN GATE) (Altın Kapı-Giriş)
  51. GÜRKUYU MESCİDİ° (Gürkuyu Mescidi)
  52. SAINT JOHN the BAPTIST EN TO TRULLO (kilise)
  53. SAINTS KARPOS and PAPYLOS (kilise)
  54. SAINT PROKOPIOS (kilise)
  55. SAINTS SERGIOS and BACCHOS (kilise)
  56. SEA WALLS (Deniz Surları)
  57. SEKBANBAŞI MESCİDİ (Sekbanbaşı Mescidi)
  58. SUBSTRUCTURE under KUKULAOĞLU BUILDING (Kukulaoğlu binasının altındaki yapı)
  59. SENAT HOUSE (MAGNAURA) (Senato)
  60. SENAT HOUSE in FORUM CONSTANTINE (Constantine Forumu içindeki Senato Binası)
  61. ŞEYH SÜLEYMAN MESCİDİ (Şeyh Süleyman Mescidi)
  62. TEKFUR PALACE (Tekfur Sarayı)
  63. TETRAPYLON (Dört yönlü kemer)
  64. THEODOSIAN LAND WALLS (Theodosian kara surları)
  65. TOKLU DEDE MESCİDİ (Toklu Dede Mescidi)
  66. ZEUXIPPOS (Hamam)

Böyle bir projeyi gördüğümde bizlerin hala nasıl İstanbul’un fethinden önceki Konstantinapol tarihini içselleştiremediğimizi, sahiplenemediğimizi, hatta onu reddettiğimizi farkediyorum. Sonra da “bu şehir bizim” diyoruz. İstanbul’un Konstantinapol tarihinden adeta korkuyoruz. Neden? ….İnsanın korktuğu başına gelirmiş hep … Bizansı sahiplenmek için hiçbir zaman geç değil. Dini faktörler kültürel tarihin önüne geçmemelidir bana göre.

2010 İstanbul Avrupa Başkenti projesine gelince sanırım durum hiç parlak değil. Geçenlerde televizyonda Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay’ın bir konuşmasına denk geldim. Aynen şunları söylüyordu: “Sonunda bütün dünyaya program yapmak, takvim hazırlamak konusunda ne kadar başarısız olduğumuzu gösterdik. Büyük üzüntü duyuyorum. Her zamanki gibi kervan yolda dizilecek bizde. Diğer sehirler takvimlerini aylar öncesinde açıkladırlar. Kültür Bakanlığının sorumluluk alanında sadece restorasyon işleri var, gerisine karışamıyoruz. Ajans yürütüyor, ki o da biliyorsunuz el değiştirdi….”

Daha başka söze gerek var mı?


18 Eylül 2009

PAUL WELLER -ÖZEL-

Paul Weller’ın benim hayatım üzerindeki önemi çok çok büyük. Bir dönemeç bile diyebilirim. Nasıl bir dönemeç, ne zaman dönmüşüm, ne olmuş da dönmüşüm, bunlar çok uzun ve çok içsel konular. Sık sık blogumda Paul Weller -özel- yapıyorum, sonra bir bakıyorum videolar Youtube’dan kaldırılmış, yazıları siliyorum. Dilerim bu yazım ve 22 Dreams albümünden dört parça hiç silinmeyecek. “Echoes Around The Sun”, “Have You Made Up Your Mind?”, “Cold Moments”, “Light Nights” ve bir de röportaj.


15 Eylül 2009

PATATESTEN KAYNAK KULLANIM DERSİ ÇIKAR MI?

Yıllar önce bünyesinde çalıştığım topluluk benden bir tarım kuruluşunun yeniden yapılandırılmasına yönelik çalışma yapmamı istemişti. Bu saha görevinin beni çok heyecanlandırdığını hatırlıyorum. Sahaya indiğimdeyse kendimi kapsamında laboratuvar, seralar ve tarım alanları olan, çapı büyük ve çok detaylı bir sürecin içinde bulmuştum.

Elbet sizlere yeniden yapılanma sürecini aktaracak değilim. Sadece süreç dahilindeki patates üretim prosesinin bir aşamasında sera müdürü ile aramda geçen diyaloğu yazımla paylaşmak istiyorum. Ama diyaloğu daha iyi anlayabilmek için önce patates bitkisi üretimi hakkında kısa bilgi vermem şart. Sanayilik veya sofralık patates bitkisi, laboratuvar ortamında patatesin kendisinden alınan minik parçalarla üretilir. Bu minik parçalara “meristem” denir. Laboratuvar teknikerleri bu meristemleri özel ortamlarda bitkileştirip bir boya getirdikten sonra onları daha doğal koşullarda büyümeleri için seralara aktarırlar. Bu aktarım esnasında mersitemler sigara paketi jelatini büyüklüğündeki minik torbacıklara toprakla birlikte yerleştirilir. İşte benim sera müdürümüz ile diyaloğumda bu minik torbacıklardaki, içinde bulunduğu torbacığa göre fazlaca büyümüş patetes bitkilerini serada gördüğümde başladı.

” Mehmet bey, sizce patates fidelerinin içine yerleştirildikleri poşetler biraz küçük değil mi? Bunlar torbalarına göre azmanlaşmış, belki daha büyük bir poşete aktarılsalar daha rahat büyüyecekler …”

Mehmet bey de hafif bir gülüş …

“Doğru bir gözlem ama yanlış sonuç”

“Neden?”

“Patates küçük torbada büyük torbaya konduğundan çok daha fazla büyüyor. Küçük torba içindeki kıt kaynağını tam kullanıyor ve zamanı geldiğinde tarlaya alınıyor. Eğer bu fideyi büyük torbaya koysaydık şu anki büyüklüğünün yarısına ancak gelirdi. Bol kaynağın varlığı patatesi tembelleştiriyor. Bu deneylerimiz ile sabitlenmiş bir sonuç.”

O günden sonra “patates kaynak kullanımı” kavramı benim iş hayatımda önemli bir anahtar olmuştur.

İnsanoğlu değil midir bol kaynak elindeyken onu israf etmekte, verimsiz kullanmakta şampiyon? Ne zaman ki imkanlar kısılır, o zaman yoktan var etmeye başlarız hayatta kalmak adına.

Veya şirketler değil midir ihtiyaçtan fazla insan kaynağını istihdam edip “gizli işsizlik” , “verimsizlik” ve “yüksek maliyet” kavramları ile tanışan? Ne zaman ki insan kaynakları fonksiyonları iyi işletilir, şirketler insan kaynağını etkin kullanmaya başlar.

“Ha bir patates, ha bir insan, ha bir şirket” diyesim geliyor … ama fazla tepki alırım diye vazgeçiyorum …

;-)


1 Mayıs 2009

GOTİK MİMARİ (1150-1400)

gotik-ic-mekangothic_arch

Norman ve Roman kilise üslubunun sonunu getiren Gotik sanat anlayışı Avrupa için dine yeni bakış, zengin bir kilise ve politik istikrar demekti. Kuzey Avrupa’da ortaya çıkan bu akım, Romanesk’in ağır ve kasvetli havasının yerine, ışığı ve zarafeti getirdi. Gotik uslüpla gelen yeni teknik, bir kilisenin tavanının örtülmesi için çapraz kemerlerin kullanılmasıydı. Böylece sürekli geliştirilebilen ve Norman mimarların  hayal bile edemeyeceği yeni olanaklar ortaya çıktı.

Gotik tarzı icat eden Abbot Suger, 1144 yılında ilk denemesinde (St. Dennis Kilisesi – iç mekan – yanda sağ)- Paris’in hemen dışında) belki de ışıktan bir kilise yapmak istemişti. Yapıların ince ayaklar ve dar kaburgalar yardımıyla desteklendiği, serbest kalan duvarlara çok sayıda pencerenini açılabildiği aydınlık kiliseler inşa ettiler. Gotik mimari, ilk başta Romanesk yapılar üzerine denemelerle başladı. Ağır yuvarlak kemerler yerine daha dar sivri kemerler kullanıldı. Yuvarlak kemerlerle belirli bir yüksekliğe ulaşılabilirken, sivri kemerler ile bu kısıt ortadan kalktı. ( Duoma Milano – solda) (Dom – Köln – yukarıda sağda)

Gotik mimari de bir diğer konu ise ağırlık dağılımıydı. Ağır taşlardan oluşan tavan örtüsü, yuvarlak kemerlerde basıncı tümüyle aşağı sainte-sapeli-vitrayla-saiinte-chapelle-250verirken, sivri kemerlerde tavan örtüsünün ağır taşlarının basıncı dışa doğru vermekteydi. Sivri kemerler ve kemerleri desteklemek için kalın duvarlar yerine, taşıyıcı ayaklar kullanılarak, çok daha büyük ve yüksek yapılar inşa edilebilirdi. Bu nedenle Gotik uslüptaki kilise yapımcıları dışa doğru ağırlık dağılımını dengelemek için, duvarları dış ayaklarla desteklediler (Yukarıda Notre Dame Katedrali – 1163-1345)uçan payandalar).  Bir Gotik Kilise, taştan bu inca strüktür arasında, çok ince tellerin tuttuğu bir bisiklet tekeri örneği, havada asılıymış gibi gözükür. Bu ayaklar daha ince ve zarif görünmelerine karşın, çok daha az yer kaplar ve yapıya çok güçlü destek sağlar. Bu ayaklar sayesinde Gotik Kiliselerin tavanları yükselir, ayaklar arasındaki vitraylarla bezeli geniş pencereler ibadet mekanını aydınlatmaya başlar.

Gotik tarz yalın bir başlangıçtan, daha karmaşık bir sona doğru gelişim gösterdi. Taşıyıcı kemerlerin çevresine, yapısal açıda işlevi olmayan dekoratif kemerler eklendi. Zamanla bu dekoratif kemerler daha da gösterişli ve karmaşık hale geldi, çoğu zaman altın varakla kaplandı. Gotik tarzı en gösterişli dönemi “Flamboyant”dır(alev benzeri). İngiltere’de “dikey” Gotik olarak adlandırılan bu akımın en iyi örnekleri Londra Westminister Abbey’deki VII. Henry Şapeli (aşağıda sağ) ve Cambridge’deki King’s Koleji Şapeli’dir (aşağıda sol).

kingscollege250px-westminster_abbey_west

Kaynak : The Story Of Art – E.H. Gombrich / Western Art – Rick Steves (Europe 101)


6 Ekim 2009

YÜKSEL ARSLAN RETROSPEKTİFİ

Geçtiğimiz hafta internetteki sansüre karşı gelişen “Netdaş” toplantısına katılmak üzere Bilgi Üniversitesi santralistanbul’a gittik. Toplantı çok verimli ve bilgilendiriciydi.

Toplantı sonrasında ise kapanışına bir saat kalmış olmasına rağmen dayımın “mutlaka” görmemi söylediği Yüksel Arslan Retrospektifi’ne gittik Müge Hanım, İlhan ve ben. Elbet bir saat gibi kısa bir sürede 500′ün üzerinde eseri incelemek imkansızdı. Levent Yılmaz’ın küratörlüğünde hazırlanan ve  2010 yılının Mart ayına kadar açık olan sergiye bir daha mutlaka gideceğiz. Sizlere de şiddetle bu sergiyi gezmenizi tavsiye ederim. Üstüne çok konuşulacak önemli bir sanatçı ve eserler.

Sergide Yüksel Arslan’nın kendi terminolojisiyle Arture’lerini göreceksiniz. Temellerini çocukluğunda attığı yoğun ve zihni zorlayan cinsellik, böcekler, hayvanlar, hayatı boyunca okudukları, yazarlar, şairler, filozoflar, ressamlar ve onun üstündeki etkileri, Freud, Marx, Nietzsche ve diğerleri, kapitalist düzen ilişkileri içinde birey, ülkeler, politikacılar, politikalar, şizofreni ve bütün bunlar üzerine tuttuğu notlar resrospektif serginin genel ağını oluşturuyor. Yüksel Arslan’ın arturelerindeki betimlemeleri onun 1969′dan sonra Türkiye’ye gelememesine neden olmuş. Neden diye soracak olursanız, nedenini anlamak için sergiyi gidip gezmeniz lazım diye cevap verebilirim :)


15 Ekim 2009

ÖYLE ÖZEL BİR HAYAT YAŞADIM Kİ 

Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de

Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.

Bazıları seyrederken hayati en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.

Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.

Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım, hem güldüm halime

Sonra dedim ki “söz ver kendine”
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayati seyredersin.

Öyle bir hayat yaşadım ki,
son yolculukları erken tanıdım

Öyle çok değerliymiş ki zaman,
Hep acele etmem bundan, anladım…

Nietzsche


18 Mart 2009

LİZBON ÇİNİLERİ 

2006 ilkbaharında gittiğim Lizbon’da beni en etkileyen şehir dokularından biri binaların dış yüzeylerini kuşatan çiniler oldu. Ama sanılmasın ki bu çiniler sadece tarihi binaları kaplıyor, hayır, bu çinileri şehrin yer yerinde, en sıradan konut niyetine kullanılan yapılanmalarda bile görebilirsiniz.

Benim kaldığım küçük otel merkezde olmakla beraber ara sokaklardan geçilerek ulaşılabilen bir konumdaydı. Dolayısıyla sahile inen yol üzerinde geçtiğim dar veya geniş sokaklar boyunca bolca çinileri seyretme, inceleme vakti bulabildim. Bir turist gözlerinizde canlandırın, on adımda bir duruyor, neredeyse burnuna kadar önündeki sıradan binanın duvarına adeta yapışıyor, sonra bir fotoğraf çekip ilerliyor.

Merkezdeki çeşitli tarihi kamu binaları, müzelerdeki çinilerin renk ve desenleri ile şehrin herhangi bir yolu üzerinde rastladıklarım arasında elbette büyük farklar vardı. Benim aşağıda görüntülediğim Lizbonlunun gündelik hayatına malolmuş çiniler. Yani siz de dış yüzeyi böyle kaplanmış bir apartman dairesinde oturuyor olabilirdiniz eğer Lizbon’da yaşasaydınız. Çinilerin mevsimsel etkilere karşı ne kadar dayanıklı imal edildiğini anlamamaya da imkan yok. Fakat dış yüzeyini çini ile kaplamış binaların en büyük sıkıntısı yerinden çıkan parçalar. Eskimiş, nispeten rengi solmuş bir çinili yüzeye aynı desenle ama yeni bir parça ekleyenlerde bu yenileme çok sırıtmış. Düşen çininin yerini boş bırakanlar ise yenileme yapandan daha iyi bir görüntü sergilemiyor.

Lizbon‘dan kraliyet ailesinin yazlık sarayını görmek için trenle gittiğim Sintra ise Portekiz’deki çini sanatının önemli merkezi. Oradan hem anneme, hem de kendime bayağı bir meblağ ödeyerek el emeği, göz nuru iki çini kare aldım. Bu 10cmx10cm’lik çini karolardan siz de yüzlerce alıp binanınızın dışını veya içindeki bir bölümü döşeyebilir veya Sintra’daki çini atölyelerinden birine özel deseninizin siparişini de verebilirsiniz. Sintra’dan Lizbon’a sahil yolundan dönerken okyanusa bakan böyle villalara da rastladım. Kimisi klasik, kimisi modern tasarlanmış çini desenleri ile gerçekten hepsi göz kamaştırıcı güzellikteydiler doğrusu.


7 Şubat 2008

MADRİD PRADO MÜZESİ KOLEKSİYONU VE USTALAR

Madrid Prado Müzesi Koleksiyonunda bulunan ustalara ait eserlerin yer aldığı yazımın ilk bölümü için TIKLAYINIZ.

Yazının ikinci bölümünde Prado Müzesi’ndeki Bosch, Rubens ve Goya’nın eserlerini listeleyeceğim. Koleksiyondaki Goya’ya ait resimlerin sayısının kabarıklığı beni biraz meşgul edecek gibi. “Acı yoksa, kazanım da yok” sözünün tam tersi “bizim beslenmemiz gerek” diyerek yazıma devam ediyorum. Tabii ki Goya’nın koleksiyonda olan 119 eserinden ancak internete bulabildiklerimi ekleyebileceğim.

Hieronymus BOSCH
The Temptation of Saint Antony
The Temptation of Saint Antony
The Garden of Delights
The Tabletop of the Seven Deadly Sins and The Four Last Things
The Extraction of the Stone of Madness (The Cure of the Folly)
The Adoration of the Magi
The Hay Wain

Peter Paul RUBENS
The Duke of Lerma
The Adoration of Magi ( internette Prado’daki eser bulunmuyor)
The Triumph of the Church over Fury, Discord and Hate (internette bulunmuyor)
Saint George and the Dragon
The Cardinal-Infante Don Fernando
Saint James the Great (internette bulunmuyor)
Maria de’Medici, Queen of France
The Three Graces
The Garden of Love
The Peasant Dance
Landscape With the Hunt of the Calydonian Boar (internette bulunmuyor)
Saturn Devourig one of his Sons
Perseus and Andromeda
The Judgement of Paris
Tereus Confronted with the Head of his Son

Francisco Jose de GOYA
Self Portrait
Dogs in Leash
The Picnic
Dance on the Bank of the Manzanares River
Fight at the New Inn
The Parasol
The Blind Guitarist
The Crockery Vendor
The Swing
The Washerwomen
The Flower Girls (Spring)
The Threshing Floor ( Summer)
The Grape Harvest (Autumn)
The Snowstorm (winter)
The Wounded Mason
Poor People at a Fountain
Two Cats Figthing
A Magpie on a Tree Branch
Bedroom of the Infantas, Palace of El Pardo
Blindman’s Bluff
The King’s Office, El Escorial
The Wedding
Girls with Water Jugs
The Straw Mannekin
The Little Giants
Boys Climbing a Tree
Sketches for Tapestry Cartoons
Fight at the Cock Inn
The Drunken Mason
Blindman’s Bluff
The Hermitage of San Isidro on his Feast Day
The Meadow of San Isidro
Strolling Players
The Duchess of Alba and “La Beata”
Flying Witches
The Naked Maja
The Clothed Maja
Commerce Agriculture Industry
The Second of May 1808 in Madrid: The Fight Against Mamelukes
The Third of May 1808 in Madrid: The Execution on Principe Pio Hill
The Colossus
The Milkmaid of Bordeaux
The Holy Family with Saint John the Baptist as a Child
The Immaculate Conception
Christ on the Cross
The Holy Family
Tobias and the Archangel Raphael
The Arrest of Christ
Saint John the Baptist as a Boy in the Wilderness
Saints Justa and Rufina
King Charles IV in Court Costume
Queen Maria Luisa in a Farthingale
Equestrian Portrait of King Charles IV
Equestrian Portrait of Queen Maria Luisa
The Family of Charles IV
King Ferdinand VII in a Royal Mantle
Luis
Maria Teresa de Vallabriga y Rozas
The Family of the Duke and Duchess of Osuna
Maria Antonia Gonzaga, Dowager Marchioness of Villafranca
The Marquis of Villafranca
The Painter Francisco Bayeu y Subias
Gaspar Melchor de Jovellanos
General Jose de Urrutia
Maria Tomasa de Palafox, Marchioness of Villafranca
The Countess of Chinchon
Marchioness of Santa Cruz
An Unknown Woman ( Josefa Bayeu ? )
Manuela Tellez-Giron y Pimentel, Duchess of Abrantes
Juan Bautista Muguiro
General Jose Palafox on Horseback
The Actor Isidoro Maiquez
Juana Galarza de Goicoechea
Manuela Goicoechea y Galarza

GOYA – Black Paintings ( Bu bölüm muhteşem olup, modern sanatın da başlangıcı sayılmaktadır)
Saturn
Judith and Holofernes
A Manola : Leacadia Zorrrilla
Two Old Man
Two Old People Eating
Witches’ Sabbath (The Great He-Goat)
The Saint Isidore Pilgrimage
Two Women and A Man
The Reading
The Cudgel Fight
The Holly Office
The Fates (Atropos)
Asmodea
The Dog

Eser linklerini yerleştirmeye devam edeceğim …


15 Şubat 2008

D GRUBU

Cemal Tollu – Ana Toprak

“D” grubu 1933 yılının Eylül’ünde, Cihangir’deki Yavuz Apartmanı’nın beşinci katında, ressam Zeki Faik İzer’in evinde beş ressam; Nurullah Berk, Cemal Tollu, Zeki Faik İzer, Elif Naci (resim otoportresidir), Abidin Dino, ve bir heykeltıraş Zühtü Müridoğlu tarafından kurulmuş, “Osmanlı Resim Cemiyeti”, “Güzel Sanatlar Birliği” ve “Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği”nden sonra Türk resim sanatında yer lan 4. grup olduğu için (Ç harfi atlanarak) alfabenin 4. harfi ile adlandırılmıştır. Bu adı bulan Nurullah Berk’tir.

D Grubu öncesi Türk resmi, “müstakil” sanatçıların çeşiti eğilimleri etkisi altındaydı. Bu eğilimlerin çoğu Empresyonist (İzlenimci), belli bir bölümü de yeni yeni belirmeye başlayan kübist nitelikler taşımaktaydı. D grubunun “müstakiller” den en büyük farkı belki belli bir estetiğin çevresinde toplanmış olmaları, eylem bakımından dayanışmalı hareket etmeleri, getirmek istedikleri anlayışı savunuşlarında daha dinamik olmalarıydı.Bu davranışları onlara, “D” Grubunu uzun yıllar sürdürmek, sergilerini yayınlar, söylevler, konferanslarla güçlendirmek olasılığını sağlıyordu.

“D” Grubunun ileri sürdüğüne göre duygudan, romantik eğilimlerden ve özellikle de Empresyonizm’in katıntılarından sıyrılarak, “entellektüel ve düşünsel yönü ağır basan” bir sanatı geliştirmek gerekti. Türk resim ve heykelinin artık “tatlılık ve hoşluktan” kurtarılıp çağdaş batı akımlarına koşut bir gelişim çizgisine oturtulması başlı başına bir zorunluluktu.

Nurullah Berk – Oturan Adam

1933 yılındaki ilk sergilerini açarken mekan bulma sorunu ile karşılaşırlar. Cemal Tollu’nun akrabası olan, dönemin Beyoğlu kaymakamı yardımlarına yetişmiş ve Tünel’deki Eski Rus Konsolosluğu bitişiğinde bulunan Narmanlı Yurdu’nda boş bir mekan olan Mimoza şapka mağazasında ilk sergilerini açarlar.(8 Ekim 1933). Mağaza, bir aylığına kira alınmaksızın D Grubu’na verilir. Sanatçıların desen çalışmalarına yer verdikleri sergiye girişin ücretsiz olması ve grubun bundan sonraki sergilerinde de bu uygulamayı sürdürmeleri, halkın sanat yapıtına ulaşabilme kolaylığının sağlanması yolunda bir girişim olarak önem kazanır. Öte yandan bu ilk sergileri, gezenler tarafından yadırganmış ve basında alay konusu haline gelmiştir. Neden mi ? İsmail Hakkı Baltacıoğlu, sergiyle ilgili olarak Yeni Adam’da yayınlanan yazısında, sanatçıların halka hitap edebilmesi gerekliliği üzerinde durur; özgürce üretebilecekleri şartları sağlayacak olan sanat ortamı ancak böyle oluşabilir: “Sevgili çocuklar teknik yolunda selamete eriyorsunuz. Bundan şüphem yok. Fakat memleket sizi milli mücadele yolunda da çalışır görmek ister. Tekniğiniz beynelmilelleştiği gibi mevzularınız da millileşirse daha iyi anlaşılacaksınız. Geçen ‘Türk ressamı uyan!’ başlıklı yazımda müdafasını yaptığım dava budur. Sanatkar sanatı ile yaşamak için müşteriye, seyirciye muhtaçtır. Bu seyirci ve müşteri şimdi halk kitleleridir. Hoşa gitmek için halkın anlayabileceği dili kullanmak lazımdır.” [İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “D grupu resim sergisi”, Yeni Adam Dergisi, 5 Şubat 1934, Yıl 1, s.6]

Şüphesiz, halka sanatı sevdirme yolunda Baltacıoğlu’nun önerisi kayda değerdir. Belki de sanatçılar toplumla aykırılaşmak yerine, makul bir orta noktada buluşma yolunu tercih etselerdi, Türkiye’de toplumun geniş kesiminin ilgi duyduğu bir sanat ortamının oluşumu oldukça erken yıllara temellenmiş olacaktı. Bu konuda Nuri İyem’in yaptığı değerlendirme dikkat çekicidir: “Müstakillerle başlayıp D Grubu ile devam eden sanatçılar ‘çağın resmi budur’ diye modern resmi Türkiye’ye getirdiler. Almanya’da ya da Fransa’da kalacak olsalardı çok haklı olabilirlerdi. Ama yurdumuzun gerçeği çok başka. Türkiye’ye tepeden inme bir resim zevkini getirip koyamazsınız. Seyirci olmazsa, seveni, amatörü olmazsa ilgisiz kalır. Çallı’larla devam eden resmi sevme ve alma olayı, onların modernist çıkışlarıyla bir kesintiye uğradı. Halkı resimden uzaklaştırdı. Aydın da bunu sevmedi, tutmadı.” [Dr.Erdoğan Tanaltay, Sanat Ustalarıyla Bir Gün, s.42]

Sabri Berkel – Yoğurtçu

D Grubunun geliştiği modernist yaklaşımın temelleri Paris’de atılmıştır. Dünyanın dört bir köşesinden gelen sanatçıları Fransa ve özellikle Paris’e iten neden, devletin akademisi değil, çoğu Montparnesse’da toplanan özel atölyelerinde ders veren ünlü hocalardı. Bunların başında resimde Andre Lhote, Fernand Leger, Marcel Gromaire, Othon Friezs, heykelde Marcel Gimond ve Bourdelle bulunmaktadır. En kalabalık atölye kübist-konstrüktivist (yapısalcı) Andre Lhote’un Odessa sokağındaki atölyesi idi. Sentetik kübist Fernand Leger’inki gravürcü Marcoussis ile yönettiği atölyeydi. Gromaise, Grande Chaumiere sokağındaki aynı ismini taşıyan atölyede haftada iki gün ders verirdi. Genç ressamların yetişmelerinde büyük rolleri olan bu üç sanatçı, Kübizm yolunda yürümüş, resim tekniğini yapısal temellerle sağlamlaştırmıştı. Desen gücü, biçimsel araştırma, tablonun arkitektüral yapısı, ayrıntılardan arınmış pürüzsüz formlar estetik bir konstrüktivizm(yapısalcılık), her üçünde görülüyordu. Böylece D grubu üyelerinin “Müstakiller”in Empresyonist yaklaşımdan ayrılmaları, dönemin sanat camiası tarafından onaylanmasalar bile, CHP Hükümetinin çağdaşlaşma isteğine paralel olarak Batı’daki yeni akımları ülkeye taşıyarak, “Yaşayan Sanat” söylemleri ile üslüplandırılmış bir biçim özlemiyle çalışmaları doğaldı.

D Grubu’nun 1943′e kadar toplam onbeş karma sergisi açıldı. Gruba 4. sergide Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Turgut Zaim, 7. sergide Halil Dikmen, Eşref Üren, Eren Eyüboğlu, Arif Kaptan ve Salih Urallı, 11. sergide Hakkı Anlı, Sabri Berkel ve Fahrünnisa Zeid katılmıştır. Sonrasında Nusret Suman ve Zeki Kocamemi’nin de katılımıyla grup üyelerinin sayısı artmış, Leopold Levy, Şeref Akdik ve Cemal Nadir Güler de yapıtlarını birer kez grupla sergilemişlerdir. Böylece üye sayısı 20′ye çıkan grup daha geniş bir eğilimler yelpazesine kavuşmuştur.

Eşref Üren – Ankara’da Kış

Grup, açılışında Necip Fazıl Kısakürek’in konuşma yaptığı üçüncü sergisini, 8 Haziran 1934′de eski Dağcılık Kulübü’nde; Peyami Safa’nın konferans verdiği dördüncü sergisini ise 27 Aralık 1934′de Galatasaraylılar Cemiyeti merkezinde açmıştır. Zor şartlar altında sergiler açan sanatçılar, bırakın ekonomik yönden tatmin edilmeyi toplumun en ufak bir ilgisine dahi muhtaçtırlar. Grubun 20 Temmuz 1935′de eski Fransız Tiyatrosu salonlarında düzenlediği sergide yapıtlarını perdeler üzerine asarak sergileyen sanatçılar, sanat ortamına belli bir hareketlilik getirmeye ve seslerini duyurmaya başlamışlardır. Bulabildikleri mekanda zor şartlar altında ve maddi bir karşılık alamadan açılan bu sergi, 1 Şubat 1936′da Ankara Sergievi’nde tekrar etmiştir. Loş tiyatro salonundan ışıklı sergi salonuna kavuşmanın heyecanı, İstanbul’da sergi mekanı konusundaki eksikliğin tekrar gündeme gelmesine neden olur.

Bedri Rahmi Eyüboğlu – Tophane

Bu arada, Burhan Toprak’ın Akademi müdürü olmasının (1936- 1948) ardından, bu kurumun eğitim kadrolarına ressam Leopold Lévy ve heykeltraş Rudolf Belling gibi yabancı sanatçıların katıldığı görülür. Bu dönemde, Çallı ve Hikmet Onat atölyeleri korunmuş olmakla beraber; Bedri Rahmi, Zeki Faik, Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Sabri Berkel gibi genç kuşak sanatçıların, akademiye eğitici olarak atandığı görülür. Böylece, Akademi kadrolarındaki nesil değişiminde ağırlıklı olarak D Grubu sanatçılarının yerlerini almış oldukları ve bu konumlarıyla devletle olan ilişkilerini arttırdıkları söylenebilir.

Salih Urallı – Kompozisyon

1950′lere kadar etkinlikleri devam eden D Grubu üyeleri, sonraki sanat yaşamlarında çeşitli ve değişik sanat eğilimleri göstermişlerdir. Nurullah Berk minyatür, yazma ve eski yazı gibi yerel motiflere dayanan dekoratif bir resim anlayışına, Cemal Tollu Hitit sanatının biçimleriyle Bireşimci Kübizm’i bağdaştırmaya, Elif Naci geleneksel bir resim diline, Zeki Faik İzer II. Dünya Savaşı sonrasının egemen eğilimi olan Soyut Dışavurumculuğa, Zühtü Müridoğlu soyut heykele, Bedri Rahmi ise Anadolu el ve halk sanatlarına dayanan dekoratif bir görselliğe yönelmişlerdir.

Fahrünnisa Zeid – Portre

Not : D Grubu sanatçılarının fotoğrafları ve dönem eserlerine internetten ulaşmak hemen hemen imkansız. Bu da maalesef internete aktarılan Türk Resim Sanatı’na ait arşivin ne kadar zayıf olduğunu çok net gösteriyor. Üzüntü verici.


8 Mart 2009 

8 MART KADINLAR GÜNÜ 

Birleşmiş Milletler Örgütü 1975′i Dünya Kadınlar Yılı olarak duyurduktan sonra, 16 Aralık 1977′de de 8 Mart’ı Dünya Kadınlar Günü olarak kabul etti. Kadınlar adına pozitif ayrımcılığın her zaman arkasında olduğum gibi, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’müzü de çok önemsiyorum. Bu nedenle bir yazı yazmaya karar verdim, kendi görüş açımdan kadını anlatmak, biraz da belki kendi kadınlığım üzerine yazarak düşünmek istedim.

Yazıma çocukluk yıllarıma dönerek başlayacağım. Fazlaca azgın bir velet olarak ebeveynlerime oldukça sıkıntılı zamanlar yaşattığımı biliyorum. O yıllarda barbie bebekleri ile oynayan sokaktaki kız çocuklarına bakar sonra da gider apartmanımızın girişindeki demirde takla atardım veya bisiklete biner, gitmemizin yasak olduğu çevre sokaklarda gezerdim veya yan apartmanın bahçesinde misket oynar, “Keşke hemen büyüsem” derdim. Kızlarla fazla oynayamaz, onlardan sıkılır, erkeklerin yanında başlangıçta mutlu olsam da ilerleyen dakikalarda kendimi “onlardan” hissetmezdim.

Çocukluktan ergenlik dönemlerine geçtiğimde de durum pek farklı olmadı. En yakın arkadaşlarım, doğal sürecinde tabii ki kızlardı ama ya onlarda bende olmayan birşey vardı, ya da bende olan birşey onlarda yoktu. Bu farklılığı hep hissettim, hala da hissederim. Nedir bu farklılık peki? Hepimiz “kadın” genellemesinin altında olsak da her kadını hemcinslerine göre farklılaştıran şey nedir? …. bu sorunun cevabı bence “ruh” tur.

Tanrı bizlere ortak olarak yuvarlak hatlı vücutlar, büyüyen göğüsler, bir vajina ve doğurganlık özelliğini vermiştir. Bu fiziksel niteliklerimiz ve toplumsal kültür doğrultusunda yıllar içinde zorunlu şekillenen beynimiz ile biz kadınlar birbirimizden sadece “ruhlarımız” ile farklılaşırız. Ruhlarımız bizi, beni tüm kadınlardan, tüm insanlardan farklı ve özgür kılar.

Bana göre kadının doğurganlık niteliği erkek ile arasındaki ana hayata bakış farklılığını yaratıyor. Bu farklılığı ben 34 yaşımdan sonra hissettim. 34 yaşıma kadar kelimenin tam anlamıyla bencil ve özgür bir hayat süren ben, tekil olmaktan çoğulluğa geçme isteğini, ihtiyacını bu yaştan sonra hissetmeye başladım. O güne kadar hayatı ciddi bir eğlence olarak algılarken, bu ihtiyacı hissetmeye başladıktan sonra yuva kurmak, çocuk doğurmak üstüne düşünmeye başladım. Ve gördüm ki, insan zihninde bir arayışa başlarsa eğer gerçek sonuca ulaşabiliyor. Şimdi bir yuvam, eşim ve çocuğum var … ve hayat bu büyük artıları ile “aynen” devam ediyor. Ben anne olduktan sonra ruhumun özgür yapısının farklılaşacağını düşünürdüm, öyle değilmiş, hayata çılgın bakışımın durağanlaşacağına inanırdım, hiç alakası yokmuş. Anne olmak meğerse kadın ruhunun özünü hiç değiştirmiyormuş, bütün yaşam çoşkusunu korumanın ötesinde bir de onu çok zenginleştiriyormuş. Meğerse ruhum minik bir beynin, kızım Yaprak’ın hayata, insanlara, objelere değişik, yaratıcı yaklaşımları ile şoke olabiliyor, heyecanlanabiliyor, hayran kalabiliyormuş.

Bir kadının hayatındaki en önemli paydaşı kendisine seçtiği partneri, eşidir herhalde. Uzun veya kısa süreli, sürekli etkileşim içinde olduğunuz karşı cinsin hayata bakışı, ahlakı, çalışkanlığı, alışkanlıkları, sohbeti, bilgisi, estetiği illaki sizi de yoğun şekilde etkiler. Zaten bu girdileri birbirinden çok farklı olan insanların birlikteliklerinin de verimli veya tarafları geliştirici olacağına inanmıyorum. Hani derler ya “Bana arkadaşını göster, sana kim olduğunu söyleyeyim”, aynı söylem bence evlilik hayatı içinde geçerli “Bana eşini göster, sana kim olduğunu söyleyeyim”.

Bana göre kadın hayatta ve birlikteliğinde kendisini kabul ettiği, kendisine güvendiği kadar güçlüdür, hakimdir. Bir kadının ruhu ancak olmayı istediği derecede özgürdür. Bir kadın hayal edebildiği sürece gelişir, değişir. Bir kadın kazanmayı istediği kadar savaşır. Bir kadın saygılı olduğu kadar saygındır. Kadın mutlu olduğu kadar mutlu eder, çalıştığı kadar kazanır. Kadın bir tek çocuğu için kendinden vazgeçer, böyle bir fedakarlığı da ruhunda büyük zenginleşme ile kendisine döner.

Ancak kendi ruhunun ve ruhundan kaynaklı yaratıcı gücünün farkında olmayan kadınlar bekler, gösteri mahiyetinde ağlar, bol bol estetik yaptırır, ağzından dedikodudan başka birşey çıkmaz, giderek yanlızlaşır, çoraklaşır ve toplumdaki ahlak seviyesinin düşmesine neden olur. İşte ben 8 Mart Kadınlar Günü’nde bütün kadınlardan kendilerinin farkına varmalarını, mevcudiyetlerinin nedenini sorgulamalarını, kendilerini sevmelerini ve hayal kurmalarını istiyorum. O zaman dünya kadınlar için daha yaşanır bir hale gelecek.

Ben de kendi çapımda kadınların kendi güçleri, akılları, annelik dışındaki üretici vasıfları ile en önemlisi birbirlerindeki potasiyeli görüp, esinlenmeleri ve hemcinslerinin farkına varmaları için Kadın Blogları web sitesini açtım. Gün geçtikçe üye sayımız artıyor. Ama sitenin teknik desteğini veren “erkek” kısmı biraz daha iyi ve terminlere uygun çalışırsa her şey çok daha daha güzel olacak; aynen hayatın her alanında olduğu gibi.

Bu arada 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal’ın ilçenin bütün kadınlarının ev kapılarına bıraktığı kırmızı karanfiller için teşekkür ederiz. :D


14 Mart 2009

SHEAKSPEARE – FREUD İLİŞKİSİ 

Bu nasıl bir ilişki olabilir ki? İki deha arasında üç yüzyıllık bir yaşam aralığı var diyebilirsiniz. Duyguları bilimsel bir yaklaşımla inceleme geleneğinin babası Sigmund Freud, incelediği örnek vakalardan birçoğunu William Spakespeare’in yapıtlarından almış ve bu bakımdan da yazara çok müteşekkir olduğunu sıkça belirtmiştir. Örneğin Hamlet’in kilit noktasının Hamlet ile annesi Gertrude arasındaki Oedipus ilişkisi olduğunu ve oyuna getirilen diğer yorumların “uyuşmazlık ve çelişkiler” gösterdiğini tespit eden Freud’du. Spakespeare farklı insan karakterlerini, onların dramlarını eserlerinde öyle güzel aktarır ki, sonradan psikanalizin babası tarafından dünyaya insan ruhu hakkında anlatılacak her şeyi üç yüzyıl önceden adeta haber verir.  Macbeth’in doktoruna yönelttiği şu soru, Freud’un üç yüzyıl sonra yaratacağı disiplinin özüne ışık tutar :

Hastalıklı bir zihni tedavi edemez misin?
Hafızasına kök salmış bir sıkıntıyı
Söküp çıkaramaz mısın?
Silemez misin beynime kazılı dertleri; ya da ona,
Şöyle tatlı uyuşturucu bir ilaç verip,
Göğsünü sıkıştıran, yüreğine baskı yapan
Her neyse, kurtaramaz mısın onu bundan ?

William Shakespeare, Macbeth


11 Mart 2009

NEV-İ ŞAHSINA MÜNHASIR CARRAVAGİO

Aya Merdiven Kurduk.biz’in Sanat Tarihi kategorisinden de anlaşılacağı üzere özellikle resim sanatı tarihine karşa başka türlü bir tutkum var. Bugün, resim sanatı tarihinde barok dönem için bir dönüm noktası olan Michelangelo Merisi da Caravaggio’nun  gündelik hayatında tam anlamıyla “nev-i şahsına münhasır” denilen insanlardan biri olduğunu öğrendim. Caravaggio oldukça hareketli hayatından kavga dövüş ve duellolar eksik olmamış, bir kere cinayetten yargılanmış, hapse girmiş ve birçok defa da polisten kaçmak zorunda kalmış.

İnsan merak ediyor, bir türlü durulup, bir yerlerde yerleşememesine, sürekli taşınmasına rağmen nasıl kendi içinde meslekdaşlarına kıyasla böyle süreklilik gösteren devrim niteliğinde bir üslüp geliştirebilmiş ? Caravaggio en kısa özeti ile resim sanatını dönemdaşlarından farklı olarak her türlü abartı ve süslemeden arındırmış, güçlü gerçekçiliği ile kabul edilen bütün doğruları tersine çevirmiştir.


10 Ocak 2009 

KIZLAR GECESİ 

Dün gece erkekleri, çocukları evde bıraktık, üç eski arkadaş felekten bir gece çaldık. Gecemiz Asmalımescit’te ismi olup cismi etrafı üç defa turlamamıza rağmen bulunamayan Gaudi tapas barı arayarak başladı. Hava çok soğuktu, ara sokaklar ve mekanlar kalabalıktı. Nereye gitsek, ne yesek diye bakınırken  kendimizi Issız Adam filminin çekildiği Leblon’da bulduk.

Yemeklerimiz leziz, içtiğimiz şarap nefisti. Sohbet sohbeti açtı, dakikalar hızla aktı, yemek sonunda ise yukarıdaki fotoğrafı çektirdikten sonra Anadolu yakasında oturan Banu bizden ayrıldı. Ayşe’le ben de İstiklal gecelerine tabir yerinde ise aktık, gönlümüzce dans ettik, eğlendik, yeni insanlarla tanıştık ve kurtlarımızı dökmüş bir vaziyette ancak gece yarısını çooook geçe evlerimizin yolunu tutabildik.


10 Ağustos 2008 

İSTANBUL MODERN’DE

Dün Ayşe Musal ile İstanbul Modern’deki Tasarım Kentleri sergisine gitmeyi kararlaştırdık. Öğleden sonra iki gibi Yaprak’la zor bela kendimizi sokağa atabildik. İstanbul Modern’e vardığımızda İlhan’da bize katıldı.

İstanbul Modern, Tasarım Kentleri sergisinde, dünya tasarım anlayışını değiştiren en önemli sanatçıların yapıtlarını bir araya getirerek, 19.yüzyıl ortalarından günümüze kadar tasarım tarihini yansıtmış. Londra Tasarım Müzesi işbirliğiyle gerçekleşen serginin küratörlüğünü Londra Tasarım Müzesi Direktörü Deyan Sudjic’in üstlenmiş. Mimariden endüstriyel ürünlere, mobilyadan grafik tasarımına,  modadan otomotive uzanan çok geniş bir yapıt seçkisini içeren sergide, 64 tasarımcının 109 yapıtı, 7 markanın 12 ürünü yer alıyordu. Yaprak sergiyi gezdiğimiz süre boyunca oldukça hareketliydi ve etraftaki diğer ziyaretçilerin de ilgisini çekmekten geri kalmadı. İnsanın bildiği tasarımların orijinallerini karşısında görmesi ve tarihçesini öğrenebilmesi gerçekten heyecan verici.

Sergiden sonra hepimiz açıkmıştık ve kafeye geçtik. Limana yanaşmış geminin güvertesi ile karşı karşıya oturmak ve güzelim İstanbul boğaz manzarasından mahrum kalmak tabii ki bizi pek sevindirmedi.Ama ben gemiye baktıkça anneannemle çıktığımız nefis gemi yolculuğunu andım, anlattım. Belki Yaprak biraz büyüdüğünde bir gemi gezisi daha yaparız ailece.

Yemeklerimizi yedik, biralarımızı içtik ve akşamüstü İstanbul Modern’i kapatıp mekandan ayrıldık, yürüye yürüye eve döndük. Yaprak genel anlamda çok uyumluydu. Zaten küçük gezgin sokaklarda olsun da gerisi mühim değil !!! :)


30 Aralık 2008

T.E.D ANKARA KOLEJİNE BAŞLARKEN – 1978-79

Yıl 1978-79. T.E.D Ankara Koleji İlk Kısım 1-E şubesi. Son fotoğraftaki üçlü ise ben, Zafer ve Rahman

Bundan tam otuz yıl önce çekilmiş bu kareler bugünlerde tekrar hayatıma girdi, beni şenlendirdi. “Amma büyümüşüm” dedim içimden, “amma değişmemişim”. Bu fotoğraflarda beni bulabilmek için “ben” olmanız lazım :) O yüzden biraz kılavuzluk yapayım.

İlk fotoğraf Hayvanlar Günü kutlamasına ait. 1-E şubesinden görevli bir grup öğrenciyiz. Ben yanlış hatırlamıyorsam kendi yazdığım bir şiiri okumuştum tüm okula mikrofondan. Ayakta sağdan dördüncü çocuk benim. Günün anlam ve önemini vurgulamak için annem kedili bir kazak giydirmiş üstüme :)

İkinci fotoğraf ise 1-E şubesinin toplu hali. Her yıl bir kere çektirirdik bu toplu resimden. Hepimiz 6-7 yaşındayız. Mini mini çocuklar. Düşünüyorum da Yaprak’dan sadece 6 yaş büyüğüm bu fotoğrafta. En arka grubun önündeki sırada sağdan ikinciyim.

Üçüncü fotoğraftan sınıf arkadaşım ve 30 yıl sonra karşılaştığım Koray Arıkan sayesinde haberdar oldum. Facebook üzerinden yazıştıkça ilkokul arkadaşlarımla birçok anı belirdi kafamda. İlkokulun ilk günü. Biz ise bir sürü velet, girmişiz sınıfa oturuyoruz. Ama bazılarımız pek de oturamıyor galiba ! Kim mi ? Ben ve Sinem. Sinem yazınca hatırladığım bir anı bu. Okulun bahçesindeki açılış töreninden sonra bizi 1. sınıflar binasına soktular. Binanın koridoru çocuk doluydu. Okula yeni başlayan, kimisi ağlayan çocukların velileri içeri alınmıyordu. Hepimiz şaşkındık. Sonra bizi geniş koridorun sağıdaki ilk kapıdan içeri yönlendirdiler. Herkes sınıfın içinde koşuşturarak bir sıraya oturmaya çalışmıştı. Ben çocuk grubunun en gerisindekilerden olduğum için kendime yer bulamamıştım. Öğretmen Nezihe Özer. Ben Gökhan’la aynı sandalyeyi paylaşmıştım. Şimdi fotoğrafa bakın, en arkaya. Ennnn arkada bir çocuk var, kısa saçlı, eğilmiş, önündeki çocuğun kafasından sıyrılarak kameraya bakmaya çalışıyor … işte ben :):)

Son fotoğrafı ise çok ama çok severim. Benim için çok özel iki insan var burada. Biri Zafer (yanımda), diğeri Rahman. Zafer benim ilk en yakın arkadaşım. İlkokulda da aynı sınıftaydık. Rahman ise ilk aşkım. Rahman şimdi çok başarılı bir müzisyen, film müzikleri yapıyor, Hollywood’da yaşıyor. Zafer ise üç çocuk babası ve inşaatlar yapıyor mühendis kafasıyla.

Fotoğraflara baktığımda hoş bir gülümseme yayılıyor yüzüme. Bu sıralarda oturan minik çocuklar şimdi koca koca insanlar oldu, hayatı kovalıyor, çocuklarını büyütüyor, işlerinde alın teri döküyorlar. O zamanlar yakalamaca kovalamaca, yakan top, lastik oynayan bizler, şimdi yazışıyoruz ve anılarımızı paylaşıyoruz. Selçuk Sami’nin yazdığı gibi hiçbirimiz “cool” değiliz, olmaya çalışmıyoruz bu karelerde. Hepimiz en doğal hallerimizle kameralara merak, şaşkınlık, mutluluk dolu gözlerle bakıyoruz. Acaba bakışlarımız, bakışlarım çok değişti mi diye düşünüyorum ve dalıp gidiyorum …


15 Eylül 2008

YAŞAMSAL ÖĞÜTLER

Aşağıdaki öğütler herkesin kafasından geçen ama hiçbir zaman kaleme dökmediği hayat tecrübelerini özetliyor. Bu öğütleri ben yazmadım ama Yaprak’ın ileride kesinlikle okumasını isteyeceğim değerdeler.Bu nedenle de bloga ekliyorum. Bu öğütleri hayata geçirebilmek konusunda insan kendisini hep sorgulamalı.

* Hiçbir başarısızlık son değildir. Hiçbir başarı da…
* Olanaklarının biraz altında yaşa. Shakespeare’ in Kral Lear’ının dediği gibi “gösterdiğinden daha fazlasına sahip ol.”
* Yapabileceğin kadar söz ver. Sonra söz verdiğinden fazlasını yap.
* Oturarak başarıya ulaşan tek şey tavuktur.
* Övgü almak tatmin edici bir şeydir ama hiçbir zaman sana bir şey öğretmez.
* Dalın ucuna gitmekten korkma, meyve oradadır.
* Büyük adam büyüklüğünü küçük adama davranışıyla gösterir.
* Senin karakterin hakkındaki ipuçlarından biri, öfkeli ve kızgın olduğun zamanlarda başkalarına verdiğin görüntüdür.
* Düşmanlarını güç kullanarak değil, bağışlayarak yenebilirsin.
* Terbiyeli olmak kimi zaman başkalarının terbiyesizliğine katlanmak anlamına gelir.
* Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlayamayabilirsin. Şimdi başla…Şu anda
bulunduğun yerden, elindekilerle başla.

* Her şeyi değiştirebilmek için önce tavrını değiştir.
* Övgüyü kimin alacağını umursamazsan başarabileceklerinin sınırı yoktur.
* Söylenmemiş kötü sözleri yutkunmaktan hiç kimsenin midesi bozulmamıştır.
* Mutsuzluğumuzun neredeyse tümü kendimizin başkalarıyla kıyaslamamızın sonucudur.
* Böbürlenme…Treni hareket ettiren düdüğü değildir.
* İnsanların seni ne denli ender düşündüklerini bilseydin, “Acaba hakkımda ne düşünüyorlar?” diye bu denli dertlenmezdin.
* Yapabileceğinin en iyisini yapıyorsan başarısızlık için endişelenmeye zamanın olmayacaktır.

Bu da annesinin kaleminden Yaprak’a bir öğüt olsun;

“İyi ve doğru insan olmak kendin dışında herkese sıkıntı veya zorluk vermektir. ‘Sıkıcı’ veya ‘zor’ olarak sıfatlandırılmak pahasına iyilik ve doğrulukta kal. Ama hep hatırla, eğer melek olsaydık kanatlarımız olurdu.”


28 Mart 2009 

YARATICILIĞIN SIRRI 

 

İnsan Kaynakları mesleğine girdiğim günden bu yana özellikle satış, pazarlama, üretim, ar-ge, iş geliştirme gibi bölümlerde en çok aranan niteliklerden biri “yaratıcılık” olduğunu gördüm. Yaratıcılık deyince herkesin aklına bilim adamları, mimarlar, tasarımcılar, sanatçılar gelir başta. Onlar işleri gereği olmayanı bulmak, tasarlamak gibi bir misyon yüklenmişlerdir hayatta. Sanki onların beyinleri diğerlerine göre daha özgürmüş gibi gelir belki büyük çoğunluğa. Oysa ki hepimizin beyinlerinde aynı yaratıcılık potansiyeli mevcuttur. Yaratıcılık niteliğini kullanmak isteyenler için tek yapılması gereken şey hayata baktığımız pencereyi biraz genişletmek, farklılaştırmak, eğitmektir.

Yaratıcılık niteliğinin kullanılabilmesi için bireyin algılarının gelişmesi, özgürleşmesinin yanında elbetteki bilgi düzeyinin de artması çok önemlidir. Herkesin bildiği “Dehanın yüzde doksan dokuzu çalışmak, gerisi yaratıcılık ile olur” sözü boşuna sarf edilmemiştir. Ama benim bu yazımın amacı size “Şöyle kitap okuyun, böyle kitap seçin” gibi tavsiyelerde bulunmak değil. Ben yaratıcılığın başlangıç noktası düşünmekten hareketle okuyucudaki yaratıcılık kıvılcımını ateşlemeye çalışacağım.

Düşünmek süreci içinde insanın kafasından birbiri ile ilgili, ilgisiz bir sürü kişi, nesne, durum geçer. İşte yaratıcılık bu hızlı düşünce akışı içinde birbiri ile hiç ilgisi yokmuş gibi görünen girdiler arasında beklenmedik ilişkiler görmek, alışılmadık bağlantılar kurabilmekte yatar. İşte size birbiri ile alakasız gibi görünen kişi, durum, nesneler ile beklenmedik, alışılmadık bağlantılar kurmak üzerine ufak bir egzersiz. Bu egzersiz için tek yapmanız gerek bir kağıt ve kalem almak. Aşağıda okuyacağınız ikili kümelerin her biri için üçer tane bağlantı kurun. Bu egzersizin “doğru” veya “yanlış” cevabı yok. Burada tümüyle kendi birikiminiz, algınız ve tabii ki yaratıcılığınız ile berabersiniz.

1. Einstein’ın saç modeli ve işiniz
2. Isaac Newton ve meyve
3. Işık hızı ve en sevdiğiniz kuzeniniz
4. Marlyn Monroe ve aya yolculuk
5. Çin seddi ve makarna

Düşünmek bağlantı kurmaktır. Yukarıdaki tür egzersizler, daha düzgün tanımlaması ile çağrışım oyunları, yaratıcılığı uyandırır ve aklı özgürleştirir. Rastlantısal görünen bağlantılar kurmak, sonsuz tematik aratırma kanalları açar ve kişiyi koşullu düşüncenin kısıtlayıcılığından kurtarır. Bu yapmış olduğunuz ve kendi başınıza da farklı ikililer oluşturarak devamını getirebileceğiniz basit egzersiz sizi hem eğlendirecek, hem de beyninizdeki blokajları yenmenizde size yardımcı olacaktır.

Örneğin ben ikinci madde “Isaac Newton ve meyve” için şunları yazmışım :

1. Isaac Newton meyvelerin renklerini, tatlarını, kokularını sayılar ile sembolize eder ve meyvelerin matematiksel karşılığından yola çıkarak, doğayı formulize ederdi. Meyveler onun en büyük esin kaynağıydı.
2. Isaac Newton küçükken çürük bir elma yemişti. Bu elmanın tadını hiç unutmadı. Geçerliliğini yitirmiş teoriler, köhneleşmiş düşünceler ona hep bu yediği çürük elmayı hatırlattı.
3. Isaac Newton kuzeni James’den nefret ederdi. Hayatında ilk defa karpuzu gördüğünde ilk aklına gelen şey “aman tanrım ne büyük şey, bu koca meyveyi havaya ne kadar bir kuvvetle fırlatırsam acaba aptal kuzemin James’in kafasına düşecek kadar ivmelenebilir?” oldu ve bu karpuz vakasından sonra F=ma formulunu buldu.


28 Mart 2009

SİNTRA PENA SARAYI 

Sintra trenle Lizbon‘a kırk dakika uzaklıkta yamaçta kurulmuş çok sevimili bir Portekiz kasabası. Yemyeşil doğası ve kıyıya kıyasla serin olan havası ile çok sıcak geçen yaz aylarında Lizbonluların uğrak yerlerinden biri. Benim Sintra’ya gitme ana nedenim ise kasabanın en yüksek tepesinde kurulmuş Pena Sarayı’nı gezebilmek idi. Saray Fas, gotik ve manuelin tarzlarının kombinasyonu Portekiz mimarisi romantik döneminin en tipik örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Ayrıca Orta Avrupa Schinkel saraylarınlarının ruhunu taşıdığı da vurgulanıyor. 1839′da kraliyet ailesinin yazlık sarayı olarak inşa edilen Pena, uzaktan çekilmiş fotoğrafından da anlaşılabileceği gibi kelimenin tam anlamıyla masallardan fırlamış hissini  uyandırıyor insanda. Sarayın içinde fotoğraf çekmek yasaktı ama dışında bolca görüntü alabildim.

Pena Sarayı’na minibüsle ulaşabileceğiniz gibi, nefis doğanın içinden yürümeyi de tercih edebilirsiniz. Ben elbette yürüdüm. İşte yürüyüş yolum ve giriş kapısından itibaren dış cephesiyle Pena  Sarayı…

(40 fotoğrafın maalesef hiçbirine ulaşamadım)


25 Mart 2006
FOTOĞRAFLARIM :))
24.04.1972 (doğumumun ertesi günü)
Babası ve kızı – 2 aylığım
Denize karşı bir başına… 
Modayı yakından takip ediyorum – Ayvalık 
Babam, anneannem Leman Batur, dedem Muhsin Batur, annem, ben ve Başak….yine kimin yaşgününü kutluyoruz ? 
Annem, kuzen Müjde, ablam Başak, büyükbabam Zeki Aral, büyükannem Sabiha Aral, kuzen Selda, ben
İzmir 1975, mutlu ve haylaz bir çocuktum
Biz Bahriyeliyiz…
(neden anne babalar kardeşleri bir örnek giydirmeye bayılır !?)
Bisiklet sevdası … İzmir 1976 (o bisiklet 2-3 yıl sonra kendisiyle birlikte dizlerimin Ankara’da paramparça olmasına, büyük modeliyse 25 yıl sonra İstanbul’da omuriliğimin sakatlanmasına neden olacaktı … ah ah. Medeniyetin iki sembolünden biri olan tekerlekle aram hep bozuk … diğeri ne mi? İletişim … birlikte buradayız.) 
Piknik …Beynam Ormanları…yıl 1979…yama desenli şortumu çok severdim. Bu yıllarda herkes beni erkek zannederdi. Annem saçlarımı hep kısa kestirirdi. Haylaz olduğum için herhalde diye düşünüyorum. Hiç “Benim saçım niye uzun değil?” diye de sormadım, bütün kızların uzundu… İlk defa saçımı üniversitede uzattım. 

1 Ocak 2007
2006’YI KAPATIRKEN

2005′den 2006′ya Aslı’nın evindeki harika ev partisi ile girmiştim. Aslı’nın ev sahipliğinde o kadar güzel bir yılbaşı geçirdim ki, o gecenin bereketi, olumlu, neşeli havası adeta bütün seneme yayıldı. Şimdi 2007′nin eşiğinden kafamı uzatıp baktığımda aynı hoşlukları görebilmeyi umut ediyorum, istiyorum.

2006′nın yüzde yüz bana ait olan en akılcı ve kalıcı ürünü tabii ki düzenli olarak yazdığım bloğumdur herhalde. Kimi zaman ‘çok mu sosyal hayattan uzaklaştırıyor’ diye beni kaygılandırsa bile, yazı yazarken ekran ve klavye başında geçirdiğim saatleri birçok şeye değişmem. Teknolojinin ve yaratıcı yazılımcıların insanoğluna en büyük hizmetlerinden birisi blog sayfalarıdır bence. İkincisi ise ‘youtube’ un öncülüğünü yaptığı görüntü dosyalarını paylaşıma açan web siteleri olsa gerek.

‘2006′yı Kapatırken” EVES EYES 2006′ya bıraktığım 300. ve son yazı olacak. 27 Aralık’tan başlayarak 31 Aralık gün sonuna kadar devam edeceğim yazımda yılı değerlendirmeyi düşünüyorum. Çoğunlukla iyiler, orta kıvamda kızgınlıklar, az da olsa üzüntülerimden bahsedeceğim.

Ocak ayında Amsterdam’la başlayan Madrid, Toledo, Lizbon, Dubrovnik, Venedik, Bari, Katakolon ile devam eden yurtdışı seyahatlerim sene boyunca en tatlı anılarımı içlerinde barındırıyor. Benim için gezilerimin en ortak yönü bol bol yürüyüş içermeleri ile sanat ve tarih dolu olmalarıydı.

Ocak – AMSTERDAM

Amsterdam’da internetten ayarladığım otelimin konumunun mükemmelliği gezimin çok olumlu başlamasını sağlamıştı. Aylardan Ocak olmasına rağmen ısının sokakta rahatça dolaşmaya imkan vermesi bir diğer hoşluktu. Amsterdam’a giderken kafamdaki tek şey Rembrandt’ın şaheserlerini görmek olduğu için ilk sabah gözümü Rijks Müzesinde açmıştım. “Neredeler, neredeler” diye deliler gibi müzede dolanıp hedefe ulaştığımda damarlarımdaki kanın akmayı kestiğini, dünyanın durduğunu ve sadece kalbimin attığını hissetmiştim. Gözlerim yaşarmıştı. Resimleri kollarımı açıp kucaklamak istedim teker teker ama sadece önlerinde sakince durdum, durdum durdum, ta ki yanımdaki Japon turist “Çekil kardeşim, izin ver de biraz biz bakalım” dercesine beni itene kadar. Rijks Müzesi’ne iki defa gittim. Yanındaki Van Gogh Müzesi harikaydı. Bu iki müzesinin yer aldığı caddede yer alan pırlanta satış merkezleri ise bir başka güzeldi. Voldenpark kocamandı, Heineken Deneyimi eğlenceliydi, Rembrandt’ın evi ilginç ve bilgi doluydu. Klasik Kanal turu şehrin mimarı dokusu bakımından çok aydınlatıcıydı, Kırmızı Fener Bölgesi bulması zor ama bir o kadar da “Hmmm” dedirttiriciydi. Dam Meydanı insana orada geçen tarihi olayları, yangınları hayal ettiriyordu, Amsterdam Tarihi Müzesi geç gittiğim için koşarcasına dolaştığım tek yerdi. Merkez istasyonunun karşıındaki kilisedeki pazar ayinini dinledim, sıkıldım, çıktım. Bisiklet parkını gördüğümde gözlerim yuvalarından fırladı. Anne Frank’ın evinden salya sümük ayrıldım. Çiçek, Eskiciler ve Peynir Pazarları çok cazipti. Şansıma denk geldiğim Endonezya Sergisi çok ama çok değişikti.

Katolik engizisyoncuların kullandıkları işkence yöntemlerini çeşitli mizansenlerle anlatan Korku Müzesi tüyler ürperticiydi. Mesela dilinizin ucundan demir bir maşa ile tutulduğunu düşünün. Sonra maşayı çeviriyorlar, dilinizi maşaya doluyorlar, doluyorlar sonra “tak” diye çekip dilinizi kopartıyorlar. Ama bu yetmiyor. Dilinizi gözünüzün önünde küçük parçalara bölüyorlar ve sonra onu size teker teker yediriyorlar. Ne harika değil mi ? Yani bunu anlatıcı kadın elinde maşa ile canlandırırken ben kontrolsüzce dilimi korumak istercesine ağzımı örtmüştüm… Peki bir insanın 3 metreye kadar uzayabildiğini biliyor muydunuz ? … ben bilmiyordum, uzatma sehpasını gördüm ve öğrendim. Ayak ve kollarınızdan sizi ters yönlere çeke çeke uzatıyorlar, uzatıyorlar, yavaş yavaş, kemirlerinizi birbirinden ayırıyorlar, deriniz esniyor esniyor ve ölmüyorsunuz, hergün azar azar… ya böyle… Katolikler de çok enteresan insanlar doğrusu … acayip bir bilim geliştirmişler. Bu adamlar -dindardı-, bu işleri din ve tanrı adına yapıyorlardı değil mi? …. Tövbe ya … acı bir şaka gibi … ve bu adamlar bize barbar diyor  … ama kabul etmeliyiz, bu adamlar yaptıklarını müze kurup anlatıyor, bizse gözümüzü tavana dikip “Yok biz yapmayız, biz de yoktur öyle şeyler” deyip bir çok gerçeği inkar ediyoruz.

Amsterdam’da çok isteyip gidemediğim tek müze şehir dışına taşındığı ve zamanım kalmadığı için Stedelijk oldu. Aklımda kalan ve göremediğim bir kaç yer daha var. Beş günün sonunda ‘bunları da bir sonraki gelişime bırakıyorum diyerek şehirden ayrıldım. Amsterdam’ı; karışık insan mozağini, barındırdığı zengin kültürünü, mimarı dokusunu, kuğu ve ördeklerini, ulaşım ağını çok sevdim.

Nisan – MADRİD – TOLEDO

Mart ayında odamda oturmuş çalışıken birden topluluk avukatımız Serap Hanım elinde broşurlerle içeri girdi, “Bak çok ucuz turlar var”. Madrid’e gitmek aklımda hiç yoktu. Ama fiyatın cazibesine hemen kapıldım. Mali İşlerden Kadriye’de hayatında hiç yurtdışına çıkmamıştı. Ona söyledim. İlk tereddüt etti sonra ”Peki” dedi ve 15 gün sonra biz kendimizi Madrid uçağında buluverdik. Turla gittiğimiz için otelimiz ve bazı programlar zaten belirlenmişti. İki yüz kusur kişilik Türk kafilesi olarak Madrid’e ulaştığımızda hava sıcak ama ülkede bayramdı ve hemen hemen heryer kapalıydı. 2 saatlik hızlı şehir turunda Plaza de Toros de Las Ventas ( arena), Palacio Real, Theatro real, Plaza MayorPlaza dela Milla, Almuneda Katedrali’ni dışarıdan gördük. Kötü şansımız, tur rehberi dünyanın en ilgisiz 3. kişisi seçilebilecek kadar illet bir adamdı. (ilk ikiyi tanımıyorum ve tanımakta istemiyorum). İlgisizliği ve umursamazlığı Toledo’da büyük krize neden oldu.

Otelimiz çok konforlu ama bir parça eski şehir bölgesinden uzaktı. Bizim Etiler gibi bir semtteydi diyebiliriz. Türk kafilesinden sadece 30-40′ı ile aynı oteldeydik. Kafilede yaşlılar vardı ve tur rehberi otele indikten 5 dakika sonra “Ben çok yorgunum, Güney Amerika uçağından daha yeni indim, herkes başının çaresine baksın” dedi ve yok oldu. Biz odamıza çıktık, yerleştik. Lobiye indiğimizde sabahın 10′unda gençlerin bir şekilde eski şehire yollarını bulmuş olduklarını ama yaşlıların ne yapacağını bilmez ve ürkmüş şekilde otelin lobisinde oturup kaldıklarını gördük. Çoğu İngilizce de bilmiyordu. Tabii bu manzarayı görünce ben Kadriye’ye “Sen rahatsız omazsan ben grubu bizimle şehire indireceğim” dedim. Kadriye’nin de ilk seyahati olduğu için çok heyecanlı ve tedirgindi. “Peki” dedi. Ben lobiden yaşlı tayfayı kaldırdım ve çok yakındaki metroya beraber yürüdük. Birçoğu daha önce hiç geniş bir metro ağına binmediği için çok heyecanlandı. Ben elimde bir harita, nereden aktarma yapacağız, nerede ineceğiz diye aranırken Kadriye’ye “Aman kaybolmasınlar, dağılmasınlar, dikkat et ” diyordum. Metrodan “Sol Maydanı” da yani şehrin Taksim Meydanı sayılabilecek yerinde indik. Dışarı bir çıktık … tanrım… Amerikalılar Irak’tan sonra Madrid’i işgal etmiş galiba… iğne atsa yere düşmeyecek maganda Amerikalı kalabalığı … rehber bir iyilik yapıp “Bugün sadece saray açıktır, orayı dolaşabilirsiniz” dediği için ben yine önde ve elimde harika saraya doğru yöneldim.

Eski sarayın yanması ile yapımı 1879′da biten Palacio Real, Fransız soyundan gelen kral V. Filipe’nin isteği ile içinde doğup büyüdüğü Versaille Sarayının mimarisinden örnek alınarak yapılmış. Fransizların İspanyoları “köylü” olarak nitelemeleri ve küçümsemelerinin nedenini sarayın dekorasyonunu gördükten sonra anladım. “Aman Yarabbi” diyorum, geri yorumu da okuyucuya bırakıyorum :). Yaşlı ekiple sarayı tam bir rehberlik yaparak dolaştım çünkü yazıların hepsi İngilizce olduğu için bütün odalarda ben yazıyı okudum sonra tercüme ettim. Bayağı yorucuydu doğrusu benim için. 2-3 saat içinde biten gezimiz sonrasında yaşlı grup da yoruldu. Çıkışta onları taksiye bindirdik, otele gönderdik. İsteyenler şehirde kaldı ama biz Kadriye ile onlardan ayrıldık çünkü artık herkesin ilk anki ürkeklikleri geçmişti.

Gezerken ben dersimi önceden çalıştığım için çok rahatımdır. Kadriye bana bunu ilerleyen günlerde  Valla sizin sayenizde İstanbul’da bile olmadığım kadar Madrid’de rahat dolaşıyorum. Acayip keyifliyim” demişti. Bu sözleri benim için büyük iltifattı doğrusu.

Saraydan sonra büyük Retiro Parkına gittik. O gün bayram olduğu için park ana baba günüydü. Satıcılar, palyaçolar, patenliler, çocuklar, gençler, yaşlılar … Parkta keşif amaclı bayağı yürüdükten sonra bir yerde oturmaya karar verdik. Güneş gözümüzü alıyordu, herkes cıvıl cıvıldı. Retiro Parkının büyük göletine bakan bir kafede göletteki kayıkları ve insanları seyrederek biralarımızı yudumladık. Oturduğumuzda ne kadar yorulduğumuzu farkedebildik. Orada herhalde 2 saati aşkın kalmışızdır. Sonrasında parktan çıktık, yemek yedik ve otelimizde gecenin geç bir vakdinde döndük.

Ertesi gün benim için mükemmeldi. Saat 10:00′da içine girdiğimiz Prado Müzesinde 5 saati aşkın kaldık. Kadriye sıkılıyor mu diye baktığımda, yorulsa da çok mutlu olduğunu gördüm. Ona bakmakta olduğumuz tablolar, rassamları, dönemleri hakkında bol bol bilgiler verdim. Kadriye bana o kadar harika bir seyahat arkadaşı oldu ki anlatamam. Çünkü saatler aktıkça Kadriye’yi müzede tutuyor olmak bana büyük suçluluk duygusu veriyordu ama ne zaman “istersen çıkabiliriz” desem ” yok, ben çok memnunum” cevabıyla beni hep rahatlattı. Müzenin geniş El Grego, Francisco de Goya, Francisco de Zurbaran, Peter Paul Rubens ve Hieronymus Bosch koleksiyonlarından büyülendim. Benimle 19 yaşımdan beri yatak odamı paylaşan Bosch’un ‘Garden Of Delighs’ ının orjinalini karşımda görünce yaşadığım duyguları anlatmama imkan yok. Ayrıca İtalyan Raffaello, Botticelli, Caravaggio, Tiziano, Tiepolo, Tintoretto’yu görmek harikaydı. Botino’nun The Turkish Ambassodor to the Court of Naples resmini görmek hoş bir sürprizdi. Van Dyck’a olan hayranlığım on, onbeş, yirmi kat arttı. Saat üçü geçerken Kadriye de, ben de hem açıkmış, hem de yorulmuştuk. Müzeden ayrıldık. Ama yemek yemek yerine Kadriye’yi kolundan tuttuğum gibi ” sen daha çok yemek yersin” deyip şehir turu yapan otobüslerden birinin içine resmen attım. İki katlı otobüsün tepesinde iki saat şehirin ana noktalarını dolaştık. Kadriye ilk anlamadı sonra “Ya bu çok iyiymiş” deyip bol bol fotoğraf çekmeye koyuldu. Ben de pişkin pişkin “Kadriye diyorum sana, gez benimle hayatını yaşa, biraz yorulursun ama her dakikan dolu dolu geçer” dedim. Sonra otobüsten indik ve otobüs durağında aç ama mutlu bir şekilde bayağı oturduk. Gördüklerimizi konuştuk, güldük … ve ikimizden biri diğerini yemeğe başlamadan önce kendimizi Plaza Major’a yemek için attık. Ben paella, Kadriye ızgara somon yedik. Şarabımızı içtik. Sürünerek hotelimize döndük.

Ertesi gün çok erkenden kalktık ve Toledo’ya gitmek üzere otobüsümüze bindik. Madrid’den 45 dakika uzakta olan Toledo üç tarafı nehir ile çevrelenen, yüksekçe bir tepe üzerinde kurulmuş, Madrid başkent olarak kabul edilmeden önce uzun süre kralların ve ressam El Groko’nun yaşamayı seçtiği, tarihini çok iyi korumuş bir şehir. Dar sokakları, görkemli Alkazarı hepimizi çok etkiledi. Toledo’da tek sevimsiz olay rehberimizdi. Şansımıza şimdi ismini unuttuğum katoliklerin bir bayram törenine denk geldik. Tören nedeniyle Toledo’da sokaklar (sonrasında Madrid’e döndüğümüzde aynı kutlamalar orada da yapılıyordu) dopdoluydu. O kalabalıkta bizim rehber birden yok oldu. Dar sokaklar arasında grup kontrolsüzce dağıldı. Biz Kadriye ile başka bir Türk rehberin grubuna takıldık. Onlarla beraber ama bir taraftan da ‘ya grupla buluşamazsak’ kaygısı ile yüzümüz asıldı. Gezdiğimiz hiçbir yerin keyfini tam almadık. Derken Toledo’da tek kalan sinagogun önünde bizim rehberi gördük. Bizden önce ona ulaşanlar avaz avaz bağırıyorlardı. Adam pişkindi, hiç oralı olmadı. Tüm grup toparlanana kadar telefonlar edildi, bekledik, bekledik … yani o süre içinde ben El Greko’nun evine de giderdim, Alkazar’a da. Herkesin yüzü asık Madrid’e saat 3 gibi geri döndük. Biz Kadriye ile Arte Reina Sofia Merkezi (Modern Sanat Müzesi) önünde otobüsten indik.

Arte Reina Sofia Merkezi tahmin edilebileceği gibi Picasso’nun ünlü İspanya iç savaşını eleştiren Guernica’sını bünyesinde tutmakta olan müze. Guernica’ya gelince … önünde kaç dakika durup en küçük noktasına kadar baktığımı söylemeyeyim. Müze çok katlı ve büyüktü. Kadriye rahat, güneş gören bir bankta oturmayı tercih etti. Ben de istediğim gibi Picasso’ları, Dali’leri ve diğer bir çok modern sanat edersini gezebildim. Bu arada her müzeden çıkışımızda aldığım kitapları taşıma işinden Kadriye’de sonunda nasibini aldı.

Arte Reina Sofia’dan çıkışta Thyssen Bornemisza Müzesi’ne gittik. Bu müze Thyssen Bornemisza ailesine ait 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar geniş bir yelpazedeki sanat eserlerine evsahipliği yapıyor. Koerbecke’den Jan van Eyck’a, Raffaello’dan Tiziano’ya Bruegel’den Van Dyck’a, Rubens’den Frans Hals’a, Goya’dan Degas’a, Manet, Monet, Renoir, Sisley, Toulouse-Lautrec, Cezanne,Picasso, Van Gogh’a benim kendim için hayal ettiğim tarzda bir özel koleksiyon :):) çok mütevaziyim… tanrım…:):)

Son günümüzde Botanik Parkına gittik. Bol bol fotoğraf çektik. Benim durmaksızın baygınlık getirecek kadar sıkıcı konuşup durduğum Madrid kamera çekimlerim maalesef bataryanın çabuk bitmesi nedeniyle çok düzensiz. (vah vah, çok üzüldüm İpek !!!! ) Son gün elimiz boş dönmeyelim diye ıvır zıvır kıvır alışverişi yaptık. Öğlen deniz mahsülleri fast foodcusunda inanılmaz bereketli ve lezzetli bir yemek yedik. Ben böyle bir fast food dükkanı açmak istiyorum. Acayip birşey. Kalamarlar, midyeler, ahtapotlar, hamsi tipi minik balıklar, okyanus balıkları küp küp, bira, mezeler…

Akşam uçağımıza bindik ve İstanbul’a döndük. Uçuşta yanıma korkunç bir adam oturdu. Kadriye gülmekten tuvalete kaçtı. 5 saat uçtuysak, adam 5 saat duraksızın konuştu. Ne yaptıysam susmadı. Yediğim yemeğe, içtiğim suya karıştı. Beni kuruttu. Hayat ışığımı söndürdü. Yitik ve umutsuzca bileklerimi kesmeye yeltenmiştim ki, iniş için kemerleri bağlama anonsu uçağın içinde duyuldu.

İşte Madrid seyahatimiz de böylece noktalandı. Şehirde göremediğimiz çok yer kaldı. Ama istersem yüz defa Madrid’de yolum düşsün, ilk günümü Prado Müzesinde geçireceğim kesin. Kraliyet ailesine ait olup, şu an devlete bağışlanmış bulunan Prado Müzesindeki geniş koleksiyonun İspanya için önemi maddi anlamdaki değerinin ötesinde yüzyıllarca İspanyol ressamlarına rehberlik etmiş olması. Seyahat etmenin hiç de kolay olmadığı özellikle 15-19. yüzyıllar arasında kraliyet ailesinin özenle topladığı parçalar İspanyol ressamların ayaklarına gelen bir hizmet aslında. 15,16,17. yüzyıllarda İtalyan, Flemenk ve Flaman resminin sanat dünyası üzerindeki hakimiyeti nedeniyle Avrupalı ressamlar bu ülkelere gidip yeni akımları, tarzları incelerlermiş. Örneğin Caravaggio’nun resme getirdiği insalcıl bakış açısı, hareket ve renk anlayışı kısa süre içinde bütün Avrupa’ya yayılmış, Flemenk ve Flamanlar’da dahil olmak üzere etkilemediği tek bir ressam bırakmamıştır. Avrupa’da bütün ressamlar sırf onu görebilmek için yüzyıllarca İtalya’ya taşınmıştır. Gerçekten de Caravaggio’nun resimlerindeki hem teknik, hem de estetik anlamdaki duygu, renk ve hareket yükünü başka hiçbir ressamda bulamazsınız. 16. yüzyılda çoğunlukla dini temalar ve portre üzerine gelişen Avrupa resimde Caravaggio adeta bir milattır. Ayrıca bu aşamada küçük bir not olarak şunu yazmak isterim: Avrupa’da din ile sanatın bu kadar iç içe büyümesi ve gelişmesi maalesef Müslümanlıkta yoktur. Sanat insanın ruhunu ve duygularına hitap eder. Sanat ile dini mesaj vermek çok akıllıca bir yoldur. Ancak İslam dini bu yolu putlaştırmamak adına Hz. peygamberin resmedilmemesi şeklindeki kuralı ile istemeden de olsa kapatmıştır. İslamda sanat, desen ve ilkçağlardan kalma minyatür tekniği dışında gelişememiş, toplumsal kültürün bir yapı taşı haline gelememiştir. İnsanlarımız yurt dışına çıktığında müzeleri değil, çarşı pazarı dolaşmayı tercih etmektedir çünkü sanat kavramı ve sanatsal bakış açısı genlerimizden adeta silinmiştir. Din ve sanat insan üzerinde ortak ana iki noktaya hizmet eder: Ruh ve duygular. Atatürk sanatın toplumsal mayadaki (duygusal ve ruhsal) öneminin farkında olduğundan “Sanatdan kopmuş bir toplumun yaşam damarlarından da biri kopmuştur” demiştir. Sanatla renklenmeyen, şenlenemeyen ruh, ya dine veya tam tersi olan dünyevi zevklere yönelir. … Ve işte size Türkiye’nin genel manzarası … dönüyoruz dolaşıyoruz Atatürk çok büyük adammış diyoruz.

Mayıs – LİZBON

Lizbon seyahat kararım nisan başında, bir öğlen iş yerinde yemek sonrası ekobilet.com’da dolaşırken gördüğüm THY’nın Lizbon’a 111 euro’ya kampanya ilanı sonrasında alınmıştır. Son iki yıldır nedenini bilmediğim bir takıntı şeklinde Lizbon seyahatlerini takip ediyordum. Tur operatörlerine telefon açıyor ve 3 günlük seyahatler için tek kişi farkı ile 700-800 euro’ya varan meblağların talebi sonrasında vazgeçiyordum. Lizbon seyahatinin uçak bileti ve 4 gecelik otel odası satınalımı için toplam harcadığım süre en fazla 10 dakika, harcadığım para ise 230 euro’dur. Bence en güzel gezi organizasyonları böyle spontan olanlardır. Ayrıca bu aşamada “Ben gidiyorum” dediğimde bana hiçbir zaman engel çıkarmayan, hatta geçen gün “Yok mu bu aralar seyahat?” diye soran ana bağlı olduğum Genel Müdürüm Samet Bey’e teşekkür borçluyum. Ankara Portekiz Büyükelçiliği’nde vize işlemlerimi takip eden ablam Başak’a da mersi mersi mersi …

THY’nın Lizbon kampanyasının turstik amaçlı pek de rağbet görmediği, uçakta toplam 20-25 kişinin bulunmasından, ki bunların çoğu da transfer amaçlı uçan yabancılardı, belliydi. Benim gibi gezmeye giden 4-5 kişi olduğunu tahmin ediyorum. İşin komiği bu 4-5 kişiden birisi benim dönemimden Kolejdendi. (arkadaş olmadığım ama bildiğim biri) Onu geç farkettim, yanında kız arkadaşı veya eşi vardı, konuşamadık ama selamlaştık. Boş uçakta canım sıkıldıkça yer değiştirdim. Çok eğlenceliydi. Elimdeki Lizbon kitabını karıştırdıktan sonra Alain De Button’umu okumaya devam ettim. Sabah erkenden başladığımız yolculuk Portekiz saati ile 11:00′de bitti. Alana indiğimizde çok heyecanlıydım. Küçük ve Atatürk Havaalanı gibi şehrin içinde sayılabilecek bir konumdaydı Portela Havalimanı. Alandan şehre inen otobüse atladım ve otelimin yakınında olduğunu tahmin ettiğim durakta indim.

Hava öyle sıcaktı ki şaşırdım kaldım. 29 derece ısıyı gösteren elektronik tabelayı görünce “Dilerim hep böyle gider” dedim içimden. Internetten ayarladığım oteli bulmam zor olmadı. Lizbon’nun en büyük meydanlarından Markiz Pombal’e açılan caddelerin birinden içeri doğru girip, ara sokaklara dalmam gerekti sadece. Yürürken Lizbon veya Portekiz adına ilk ilgimi çeken şeyle karşılaştım. Binaların dış kaplamaları. İnanılmaz derecede güzel çinilerle bezenmişti duvarlar boydan boya. Sonraki günlerde onlarca fotoğrafını çektim bu zarif dekorların.

Otel odam ufak ve temizdi. Camı yandaki apartmanda oturan bir ailenin mutfağına bakıyordu. Aile sabahtan başlıyordu bağırıp çağırmaya. Sağolsunlar alarm işlevi gördüler benim için sabahları. İtalyan ailelerini aratmıyorlardı. Ucuz otelde kalmanın kötü olabiliecek tek tarafı ortak tuvalet kullanmaktır. Ama ben bu konuda hep şanslı oluyorum. Belki bugüne kadar hiç kötü bir şey yaşamadığım için de tereddüt etmeden ucuz otellerde konaklayabiliyorum. Bu seferde banyo karşı kapıydı ve katta benden başka ya bir, ya iki doluydu. Ne zaman istesem banyomu yaptım, tuvaleti kullandım. Her şey temizdi. Zaten böyle seyahatlerde temizlik hastası olmak veya konaklamaya çok para vermek yersizdir …

Odama yerleştikten sonra üstümdeki fazlalığı çıkartıp kendimi Lizbon sokaklarına attım. Bu atışım özellikle çektiğim kamera görüntülerimden iyi takip edilebiliyor.:) Görüntülerde istisnasız konuşuyorum; binalara, trafiğe, etraftaki turistlere, havaya, … herşeye yorum getiriyorum, ne gerek varsa!. Dilin kemiği olmaya görsün …

Markiz Pombal Meydanından aşağı sahile doğru iki yanı büyük ağaçlarla bezenmiş Avenida da Liberdade (Özgürlük Bulvarı) den yürümeye başladım. Bulvar Praça Figueira ve büyük Rossio meydanlarına beni ulaştırdı. Bu birbirine açılan komşu meydanlardan daha da sahile inmek isterseniz kimisinde restauranlar, kimisinde satış dükkanları olan, kimisi dar, kimisi geniş, birbirine paralel cadde ve sokaklara giriyorsunuz. Turistler genellikle de bu ara cadde ve sokaklarda vakit geçiriyorlar. Bu caddelerin en genişi ve popüleri Rua Agusta ise ana meydan Praça do Comercio’ya açılıyor. Şehrin Triunfal ve Kral Jose I anısına yapılan büyük kapısı da zaten bu meydanda yer alıyor.Meydan da ayrıca 1755′de dikilen atlı Kral Jose I anıtı da yer alıyor.

Öğlenden sonra ben bu dokuyu keşfederken Eifel Kulesinin mimarı Gustave Eiffel’in öğrensici olan Raoul Menier du Ponsard tarafından yapılan Santa Justa Asansörü ile Lizbon’u tepeden görme imkanını buldum. “Hmmm” dedim. “Demek Lizbon’u önce böyle, sonra böyle, en son da böyle gezeceğim”. Bu tarifimden eminim siz de Lizbon’u nasıl gezmeniz gerektiğini -şıp- diye çıkardınız. :):):). Naz olsa hiç istifini bozmadan ciddiyetle sorardı: Pardon, nasıl çıkardık İpek ? … “-şıp- diye Naz” … :):):)

Asansörden inişte turistleri bıraktıkları nokta ve çıkış yolu benimle birlikte herkesi Ruinas do Carmo yani 1 Kasım 1755 büyük depreminden geriye kalan ve korunan sayılı tarihi eserden biri, gotik mimaride yapılmış olan Carmo Kilisesi’nin önüne çıkardı. Tepesi kapatılmamış, yıkık durumu ile halen içinde çeşitli törenler yapılan kilise gerçekten etkileyiciydi.

Çok düz yerlerde yürümekten sıkılmış olmalıyım ki, biraz tırmanmak üzere Lizbon’nun en eski mahallesi Alfama’ya yöneldim. Eski şehrin giriş kapısı olan Portas do Sol’de fotoğraf çektirdikten sonra Se Kadetrali ( şehrin en eski ve depremden oldukça fazla hasarla kurtulan yapılarından ), Igreja De Sao Vincente De Fora kilisesi, Santa Engracia Kilisesini gördüm. Maalesef meşhur Bit Pazarına denk gelemedim. Alfama gerçekten de şehrin en eski yüzlü, yıpranmış ama bir o kadar da sevimli bölgesi. Dar sokakları, sokağa taşmış esnafı, etrafta koşuşturan çocukları ile sımsıcak bir yer. Hatta o kadar sıcak ki ” aman da ne güzel” gevşekliğinde dolanırken kendimi dar sokaklar arasında, giderek ıssızlaşan ve kararan bir atmosferde kaybolmuş buldum. Nereden çıktığımı da yazayım bari … şehrin sanayi bölgesine ait limanından … pes mi demeliyim, yuh mu bilemiyorum

Ay ben bu hızla yazıyı 2006 sınırları içinde bitiremeyeceğim galiba. Birazdan NTV’de Yeniyıl Konseri başlayacak. İlerleyen saatlerde ise Tolga’ya yeniyıl partisine gideceğiz. Ben ne ara bitireceğim bu yazıyı. Daha iş var, konser, tiyatro, filmler var ve başka özel şeyler. Başka “özel şeyleri” yazmasam da olur. Ama diğerleri için birer başlık açmak isterdim doğrusu. Partiye gitmeyip yazı yazmaya devam edermişim !!! … işte böyle zamanlarda yazı yazmak çok daha cazip geliyor. Ama sonra kendi kendime diyorum ki “İpek yazı yazmak yarın da olabilir ama arkadaşların ile emsal bir vesile için kaç defa bir araya gelebilirsin?” … Ayşe aradı, 10:30 gibi çıkıyormuşuz. Kendi kendime tartışacağım bir konu kalmadı yani. Kaldığım yerden Lizbon’a devam edeyim bari.

Alfama’dan kendimi zor kurtarıp Rossio Meydanı’na çıktığımda açlıktan karnımda, beynimde, vücudumun bütün hücrelerinde ziller çalıyordu. Bu açlığa karşılık nereden bulduğum (aradım herhalde) belirsiz abuk subuk bir çorba içtim. Çorbayı içerken içinde ne olduğunu keşfetmeye çalışmak adeta açlığımı bana unutturdu. Sonrasında kendimi yakınlardaki orta büyüklükteki bir markete attım. Aaaa bu arada şunu da mutlaka yazmalıyım. Benim gezdiğim yerlerdeki en büyük zevklerimden biri market dolaşmaktır. Bir toplumun ne olduğunu anlamanın en kestirme yolu midelerine giden şeyleri araştırmaktır. Bütün dünyanın artık birbirine benzemesinin, kültürlerin yakınlaşmasının en büyük nedenlerinden biri artık herkesin çok ortak besin maddelerini tüketmeleridir. Marketler ise bölgesel olarak yaşanan değişikliklere en yalın yaklaşımı getirir. Portekizlilerin bol bol, pek de iyi kokmayan, tuzlanmış büyük okyanus balığı yemeyi sevdiği gördükten sonra kendime Joao Portugal Ramos marka Douro yöresi üzümlerinden yapılmış iyi bir kırmızı portekiz şarabını seçerek (elimdeki kitap öyle diyordu) ve basit tuzlu krakerler alarak evime, ay pardon otelime yollandım.

Lizbon’daki ilk tam günüm saat 09:00′da otelimden aç bir şekilde çıkmam ile başladı. Yine Markiz Pombal Meydanına çıktım ve Özgürlük Bulvarından aşağı yürüdüm. Kendimi gördüğüm ilk kahve dükkanının içine attım. Fırınlanmış kremalı tart ile sütlü kahvemi içtim. Açıldım. Yüzüm gülmeye başladı. İkinci gün için ilk planım şehrin tek tepesine kurulu olan San Jorge Kalesini ziyaret etmekti. Bayağı tırmadım, ama hava ve tırmanış yolu güzeldi ki kalenin kapısına nasıl vardığımı pek anlayamadım. Kale manzara bakımından mükemmeldi, bütün şehre hakimdi. Kale içinde bir büyük hatam oldu; nereye gittiğini kestiremediğim merdivenlerden aşağı inmeye karar verdim. Sağduyum “Neden buradan kimse inmiyor veya çıkmıyor” diye beni sorgulamadı değil. Herneyse, merdivenlerden indim, indim. Ne mi oldu ? …Vardığım uç noktanın hiçbir yere açılmadını ve gerisin geriye merdivenleri tırmanmak zorunda kalacağımı gördüm. Ellerimi belime koydum ve boş boş bir indiğim basamaklara, bir de yanında durduğum surların en aşağılarına baktım. İşte o sırada tek soru kafamdan geçti “Acaba şuradan kendimi aşağı atsam, benim gibi bir sersem ile daha örtüşen bir hareket olmaz mı ?”

devam edeceğim. 31 Aralık itibariyle bitmedi…. tebrikler İpek

(24.09.2023 ….. Bu yazı başka pek çok yazım gibi bitmemiş. 2006 yılı gezmek açısından çok bereketli bir yıl olmuştu. 2007’de ise hayatım komple değişti. Evlendim ve kızım Yaprak doğdu. Ya geziler … 2006’ya göre azalsa bile hem yurt dışı hem de özellikle yurt içini güzel gezdim. Gezmek, bilmediğim yerleri görmek, farklı frekansları hissetmek bana ilaç gibi geliyor)  

19 Nisan 2009 

İPEK YOLU

Kırmızı çizgi – ana ipekyolu / sarı çizgi – avrasya stepleri yolu / mavi çizgi – ana bağlantı yolları

Dünyanın önde gelen iki medeniyeti olan Roma ve Çin arasında coğrafi anlamda büyük bir mesafe vardı. Çin’in batısıyla ona en yakın Karadeniz limanları arasındaki kara yolu bile dünyadaki en uzun mesafeydi. Dağlar, platolar, taşlık ovalar, tuzlu çöller, coşkun ırmaklar ve devasa bataklıklar bu ikisini birbirinden ayırıyordu. Mallar, tüccardan tüccara, pazarlardan başka pazarlara el değiştirdiğinden uzun konvoylar halindeki atlar veya develerin sırtında taşınıyor ve bu yol kesintisiz bir yol biçimde değil bayrak yarışı gibi ilerliyordu.

Doğudan en sık taşınan mal, ipekti. Roma ve İskenderiye’nin zenginleri ipek giysiler giymek istiyorladı ve uzun zaman boyunca Çin tek ipek üreticisiydi. Küçük ipekböcekleri, Çin’deki milyonlarca dut ağacının yapraklarıyla beslenerek yalnızca 45 gün yaşayabiliyorlardı. Ancak bu kısacık hayatı boyunca her bir ipekböceği incecik iplerden oluşan kozalar yapıyor ve bu kozalar açıldığında 900 metre uzunluğunda bir ip elde edilebiliyordu. Bu ince teller, Çin’in pek çok yerinde elle işlenerek ipliğe dönüştürülüyordu.

İpek, mucizevi bir ip ürünüydü. Hafif, yırtılmadan kolayca birbirinden ayrılabilen, mor gibi parlak renklere boyanabilen, dokunuşu yumuşak olan ipek, onu giyebilen az sayıdaki Romalının hayranlığını kazanıyordu. Pahalı olduğundan Çin’de sıradan insanlar tarafından kullanılamıyor, Akdeniz’e getirildiğinde daha da pahalı oluyor ve Roma’ya vardığında lüks bir mal larak değerlendiriliyordu.

İpekböceği, yorulmak bilmeyen ve üretken bir böcek olduğundan diğer ülkelerden bazı tüccarların da peşine düştüğü bir türdü. Bazen Hindistan’a kaçırılarak düşük kaliteli ipek kumaşları yapılıyordu. İpek böcekleri daha sonraları Sicilya ve Fransa’ya götürülse de Çinli ustaların becerileri ve yöntemleri aynı şekilde taşınamadı, en kaliteli ipek Çin’de üretimeye devam etti.

Çin’in ekonomik hayatı o kadar ilerlemiş ve çeşitlenmişti ki Batıdan gelen ürünlere fazla ihtiyaç duyulmuyordu. Ancak Mısır ve Lübnan’da üretilen ve develerin horgüçlerinde taşınması çok zor olsa da ticaret yollarıyla tüm Asya’yı dolaşan ince camdan yapılan bazı ürünleri memnuniyetle alıyorlardı. Camın yanısıra Çin’in diğer ülkelerden aldığı ürünler arasında yün ve benzeri kumaşlar ve değerli metaller de bulunuyordu.

İpek yolu boyunca yalnızca ipek değil Batı’nın hayranlıkla baktığı başka ürünler de taşınıyordu. Tıpta kullanılan değerli bitkiler olan ravent ve tarçın da Çin’den geliyordu. Daha önemli olanlarsa tohum ve canlı bitkilerdi. Çin, yüzyıllar boyunca diğer ülkelerin ondan tohum ve bitki ödünç aldığı bir ülke olageldi. İlk olarak Çin’de ekilen şeftali ve armut ağaçları, milattan sonra ikinci yüzyılda Hindistan’a getirildi.

Portakalın ilk olarak yetiştirildiği ve orkide sahiplerinin zengin olduğu ilk yer de Çin’di. Portakal ağacı yalnızca meyveleri nedeniyle değil ok ve yay yapımında kullanılan ağacı nedeniyle de tercih ediliyordu. İsa’dan hemen önce Çin’deki portakal ve limon ağaçları, Hindistan’dan Kızıl Deniz’e uzanan deniz yoluyla Ortadoğu’ya getirildi. Zira M.S. 79 yılında volkanik küllerin altında kalan Pompei şehrindeki bir mozaikte portakal ağacı figürlerine rastlandı.

Kaynak : A Very Short Story Of The World – Geoffrey Blainey

19 Nisan 2009

GEORGE BERNARD SHAW DÜŞÜNDÜRÜRSE

Benim kafamı dinlendirmek üzere seçtiğim yollardan biri yazar, filozof, devlet adamı, sanatçılara ait güzel, düşündürücü sözleri okumaktır. Bu sözlerden birçoğu da 1925 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan George Bernard Shaw’a ait. Ben de kendi kendime ‘Madem bu adamın düşüncelerini çok seviyorsun, neden onun hakkında birkaç kelime yazmıyorsun!’ diye düşündüm.

George Bernard Shaw’u kısaca İrlandalı oyun yazarı, romancı, eleştirmen, denemeci olarak tanımlayabiliriz. Shaw, 26 Temmuz 1856′da Dublin’de doğmuş, 2 Kasım 1950′de İngiltere’de ölmüş. Annesinin bir müzik öğretmeni oluşu sayesinde gelişen büyük müzik sevgisi, onun ileri yaşlarında iyi bir müzik eleştirmeni olmasını sağlamış. 1876′da annesiyle birlikte göç ettiği İngiltere’de British Museum’un kütüphanesinde kendisini geliştirmiş ve romanları ile adını duyurmaya çalışmış. Eserlerinde gününün kalıplaşmış değerlerini her zaman kuşkuyla karşılamış, aykırı ve alaycı tavrıyla kof düşünceleri çekinmeden gözler önüne sermiş. İlginç kişiliği onun uluslararası boyutta da merakla izlenen bir bilge sayılması ve güncelliğini korumasını sağlamış. O insanların akıllarını kullanarak daha mutlu bir dünya yaratabileceklerini anlatmaya çalışmış hep. Duyguyu ihmal etmeden düşünce öğesini öne çıkarmak istemiş ve öğrenmeyle eğlenmeyi ustaca bağdaştırmış.

İşte size George Bernard Shaw’un bazı sevdiğim sözleri :

“Yalancının cezası, kimsenin kendisine inanmayışı değil, kendisinin kimseye inanmayışıdır.”

“İnsanlar tecrübeleri nispetinde değil, tecrübelerinden aldıkları dersler nispetinde olgundur.”

“Susmanın kudretine inanıyorum. Bu mevzu üzerine saatlerce konuşabilirim.”

“Yaşlanmadan akıllanmayı çok isterdim.”

“Özgürlük sorumluluk demektir. Bu neden birçok insanın ondan neden korktuğunu açıklıyor.”

“Sen aksini iddia etmediğin sürece, hiç kimse sana birşeyler anlatamaz.”

“Yanlışlık fare deliğinden geçer, doğruluk kapılardan sığmaz.”

“Dürüst insan sadece gerçeği söyler, akıllı insan ise yanlız zamanında.”

“Çok dinlememiz ve az konuşmamız için, iki kulağımız ve bir dilimiz var.”

“Dünyada değişiklik yapmakta başarılı olanlar, değişikliğe kendilerinden başlayanlardır.”

“Bilgi paraya benzer, kazandıkça tutkuya dönüşür, ancak bu iyi bir tutkudur.”

“Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa, bilin ki o yol sizi bir yere ulaştırmaz.”

“Akıllı insan aklını kullanır, daha akıllı insansa başkalarının aklını da kullanır.”

“Aklın sakıncası insanı sürekli olarak bir şeyler öğrenmeye zorlamasıdır.Ahlak duygumuz ihtiraslarımızı kontrol eder.”

“Beden er geç bıkkınlık verir insana. Düşünceden başka hiçbir şey güzel ve ilginç kalmaz. Çünkü düşüncedir gerçek yaşam…. Filozoflar yüz mucize görür bir günde; bilgisizler ve düşüncesizler ise günlük işlerden, alışılmış uğraşlardan başka birşey göremezler …”

“Her şey üstüne düşünmeye alıştırın kendinizi; ama gerçekte olduğu gibi düşünün, söylendiği gibi değil!”

“Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: Neden? Ama ben olmayan şeyleri hayal ederim ve derim ki : Neden olmasın?”

“Yaşamımız yaşadıklarımızla değil, beklentilerimizle şekillenir.”

“Hiç düş kırıklığına uğramayanlar, hiç umut beslememiş olanlardır.”

“Her kelimeyi bir şekille anlatan Çinçede ‘risk’ iki şekil yanyana getirilerek yazılır : Tehlike ve fırsat!”

“Yaptığım on şeyden dokuzunun başarısızlıkla sonuçlandığını gördüm gençken. Başarısız olmak istemiyordum, onun için ben de on kat daha çok çalıştım.”

“Hepimiz bir kere daha doğmalıyız, sonra bir daha ve bir daha …”

“Bu dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir.”

“Kötülük yapmamış kişi iyilik yapamaz; hata yapmamış kişi hiçbir şey yapamaz.”

“Gerçeğin hakkını sadece hatalar verir.”

“İnsanlar tecrübeleri kadar değil, tecrübe kapasiteleri kadar bilgedir.”

“Deneyimden daha güçlü bir öğretmen yoktur ama öğrenme isteği bulunmadıkça deneyimden birşey öğrenilmez.”

“Sorun çaresizlik değil, isteksizliktir. İsteksiziz çünkü çocukken bize uygulanan ilk şey içimizdeki isteği öldürmektir.”

“Attığınız tokada karşılık vermeyen kişiden sakının; o hem sizi bağışlamaz hem de kendinizi bağışlamanıza olanak sağlamaz.”

Kaynak :  Life and Personality of Bernard Shaw-H.Pearson

 


12 Nisan 2009 

ALEXIS DOS SANTOS’UN DAĞINIK YATAKLAR FİLMİ ÜZERİNE

28. İstanbul Film Festivali kapsamında geçen gece Ayşe Musal ile Alexis Dos Santos’un yazıp yönettiği ve bir de ufak rol aldığı “Dağınık Yataklar – Unmade Beds” filmine gittik. Başrollerini Fernando Tielve (Axl), Déborah François (Vera), Michiel Huisman (xRay Man), Iddo Goldberg (Mike), Richard Lintern (Anthony Hemmings), Katia Winter (Hannah), Leonardo Brzezicki (Lucas), Alexis Dos Santos (Alejo), Lucy Tillet (Lucy), Al Weaver (Kevin)  paylaştıkları film beni 1990′lı yılların başına götürdü; 20′li yaşların başına.

Komedi/drama türündeki 2,5 milyon dolar bütçeli film kısaca, Londra’da farklı arayışlar içinde olan İspanyol Axl ve Belçikalı Vera’nın hikayesini anlatıyor. İki gencin ayrı hikayeleri içinde yaşanan dostluklar, aşklar, mutsuzluklar, heyecanlar ve kimlik arayışları, geceleri takıldıkları ve para vermeden birer yatak edindikleri ambardan bozma gece klübünde çakışıyor. Axl yıllar önce onu terkeden babasını bularak onunla yüzleşmek istiyor. Vera ise hüzünle biten bir aşkın ardından karşısına çıkan çekici yabancı adamla bir çeşit aşk oyunu oynamaya başlıyor. Filmin temposunu ayarlayan, izleyiciyi her an tetikte tutan kıvam arttırıcı unsur ise hikaye için seçilmiş mükemmel müzikler.

Farklı kültürlerden insanların birbirleriyle son derece yalın ve özgürce yaşadığı aşk, dostluk, seks ilişkileri Türk insanının henüz fazla paralellik kuramayacağı bir seviyede. Bizler için marjinal sayılabilecek olan bu hayat tarzını beyaz perdede izlerken doğrusu ben büyük keyif aldım. Ama “Sen hayatının o dönemlerinde bir süreliğine böyle yaşayabilir miydin? diye soracak olursanız, direkt “Hayır” cevabını verirdim. Ben sanırım zihinsel olarak ne kadar özgür olmak için çabalasam da, belirli standartlarımdan vazgeçemem.

Filmin en hoşuma giden tarafı ‘tazeliği, hafifliği ve zorlamadan’ akışıydı. İnsanlar birbirlerinin üstünde baskı kurmuyor, iktidar olmaya çalışmıyor, kadın-erkek ayrımı yapılmıyordu. İki gencin de hayatlarına dair özlemleri vardı ve bu özlemler peşinden özgürce gidebiliyorlardı. Hatta Axl’ın babasıyla yüzleştikten sonra bu özgürlükten vazgeçmek üzerine kendi kendine yaptığı sorgulamada, yatağının dağınık kalmasını tercih etti.

Sözün özü “Dağınık Yataklar” belki bir süreliğine, belki de ömür boyu ‘kendisini bulmak, sevgiyi, dostluğu, aşkı yaşamak’ için yataklarının dağınık kalmasını seçen Avrupalı gençlerin filmi, görmek şansı olanlar kaçırmasınlar. Sinema salonundan çıkarken Ayşe’ye eğer film müziklerinin bir albümü çıkarsa mutlaka almam gerektiğini söyledim, şimdi de arayıştayım …


8 Şubat 2008

İLK ŞARKI

Bugün çok nefis birşey oldu. Ben evde sesli olarak Beatles‘ın ‘I wanna hold your hand’ şarkısını söylüyordum. Yaprak’da yanımda yatıyordu. Şarkının nakaratında birden Yaprak’da bana aynı tonda sesi ile eşlik etmeye başladı. Yanlış mı duyuyorum diye nakaratı birkaç defa tekrarladım. Yaprak yine aynı sesi benimle birlikte çıkarmaya devam etti. Benim kızım ne güzel şarkı söylermiş diye sevincimi gösterince de, kocaman bir mutuluk çığlığı attı. Evet, kızımın ilk “fan”ı olduğu grup Beatles, fena bir başlangıç değil, değil mi? Aferim benim kızıma :) Bebekler her bir gün o kadar hızlı büyüyor ki, insanın nutku tutuluyor …

(bu yazımda 14 aylık Yaprak’ı şarkı söylerken çekmiştim. Ancak şu anda videoyu yayına tekrar alamıyorum. Çok üzücü 🙁 )


5 Kasım 2007

SEVDA SÖZLERİ – CEMAL SÜREYYA

*

ÖNCELEYİN
Önce ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda
Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar
Sonra yüzün onun ardından gözlerin dudakların
Sonra her şey çıkıp geldi

Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
Sen çıkardın utancını duvara astın
Ben masanın üstüne kodum kuralları
Her şey işte böyle oldu önce

*

GAZEL
Ben nice gözle nice denizle nice gazelle
Rimle gördün rimle bildim rimle yaşadım seni

Sen ne iydin güzeldiysen de çirkindiysen de
Kocan ne iydi sonra Niyde ilinden gökyüzleri

Sonra ilk çağlar savaşlarında para ve Babil
Dilber derebeyleri haraca bağlayan aşkımızı ekmeğimizi

Sonra bulunmaz hint kumaşı lafbilirliğindi
Beni yüzyıllık kümesine dadandıran tilki

Tüy aldım ki evrende kalkıp gitmeleri özetliyorsun
Seni bilmek ne uzun kelime ne acaip ilgi

Ama ben nice göz nice deniz nice gazel
Lerimle gördüm lerimle bildim lerimle becerdim o işi

*

TÜRKÜ
Bir kitap düştü yanan bankadan
Kaptım hemen eve koştum
Sayrılıklar yapıtı ki baştan sona
Bağ bahçe tutkusuyla okudum

Masalın sonunu bekliyorum şimdi
Herkes toplanacak bir odada

Şimdi sen varsın gidiyoruz
Şu genç kız dizini dayanış
Şöförün ensesine
Aslında o götürüyor bizi

Dolmuşta sekiz kişi
Oyuncaklar gibiyiz

Sanmasınlar inanmıyorum
Elbet inanıyorum tanrıya
Herkesin kendi tanrısı var
Sen ölünce o da ölüyor.

*

ŞARAP
Saat on ikiden sonra,
Bütün içkiler,
Şaraptır.

*

ÜSTÜ KALSIN
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir ..

Üstü kalsın ..

*

(25.09.2023 – Cemal Süreyya’nın beş nefesimi kesen şiir. Önceleyin için içim erir)


30 Mayıs 2006 

HATALAR 

İstek, inanç , çalışkanlık ve dürüstlük oldukça hayatta aşılamayacak engel olmadığına inanıyorum. Bence “imkansız” kelimesi arkasına kendisine güvenmeyenler ve tembeller sığınır. Hayatı yaşamak adına yaşam koşullarımızdan çok hayallerimizi zorlamalıyız. Çünkü gerçek ‘imkansızlar’ gündelik hayatta değil, hayallerimizin içinde saklı. Hayaller hayatın gübresi gibidir; doğru zamanda, doğru miktarda, doğru nitelikte ve doğru şekilde kullanıldığında gerçekten işe yarar.

Yukarıda yazdıklarım benim yaşam prensiplerim. Başıma iyi veya kötü ne gelirse gelsin, her sabah, gözlerimi sanki yepyeni bir dünyaya açıyormuşum gibi uyanmamı sağlayan, dünün meyvelerini yemekten veya üzüntüsünü duymaktan ziyade, beni günün ve geleceğin ürünleri üzerine odaklanmaya yönelten, baş motivasyon kaynağım.

Hata yapılır, zaten yapılmalıdır da. Hatalar hayalleri besler, insanın ufkunu açar. Ben hatalarımı kabul ederim ama onların mahkumu olmam. “Hata yaptım, fark ettim, düzeltiyorum ve geleceğe bakıyorum” derim. “Hata yaptım, hatamı bir ömür sırtımda taşımak zorundayım” gibi bir yaklaşım aslında tümüyle bir kaçıştır, tembelliktir. Hata yapma sonucunda ödenmesi gereken tek bedel, -bir- çalışacakken, sizi -beş- didinmek zorunda bırakmasıdır. Ama bu yoğun didinme süreci içinde edindiğiniz bilgiler, tecrübeler sonrasında hayallerimizi besleyen baş kaynak olur. Bu nedenle hatalarımı seviyorum.

İpek’i İpek yapan bugüne kadarki irili ufaklı hatalarıdır. Belki de bu nedenle dedikodudan ve dedikoduyu sevenlerden hoşlanmıyorum. Dedikodu, insanların yaptıkları göreceli hataların ilgisiz ağızlar tarafından olur olmadık konuşulmasıdır. Benim dedikodu yapmam, beni var eden ana unsur ‘hatalarım’ ve kendime karşı iki yüzlülük, sahtekarlık anlamına gelmez mi ? Kendimle çelişmez miyim ? Kendisine dürüst olmayan insanın etrafına ne faydası olur ki ?

Dedikodudan hareketle, benim neden fazla arkadaşım olmadığı eğer biraz düşülecek olursak anlaşılabilir. İnsanların arkadaşlık ilişkisi kapsamında yaptıkları çoğunlukla dedikodudur. Onun şusu, bunun busu, o öyle yapmış, bu böyle etmiş, … vs. . Bu tip diyaloglardan çok sıkılırım. Bana ne elalemin dındını dındınısından. İşiniz gücünüz yok mu kardeşim ? Sohbet olayı dedikodu boyutuna kaydımı, ben müsade isterim. Bu nedenle evde veya dışarıda kitap okumak veya yürüyüşe çıkmak, geceleri tiyatro, konsere gitmek bana çok daha cazip geliyor. Geceleri içkili ortamda içkinin dozu kaçar, ortam bayağılaşır, seviye düşer. Hatta sevdiğiniz kişilerin hiç hoşlanmayacağınız farklı yüzlerini görür, bir de üzülürsünüz. Sonuçta siz hangi noktada durursanız durun, etrafla mücadele edemezsiniz. Bu nedenlerle ben sosyalleşme konusunda çok da etkin olamamaktayım. Kayıp mı ? Bence değil. Ben sadece zamanımı boşa harcanmayacak kadar kıymetli buluyorum. Hata mı ediyorum ?


30 Mart 2006

BAKMAK VE GÖRMEK 

İçimdeki üretme dürtüsünü bitiren çelişkiler
Bütünlüğe giden yolda eksiklen yaratıcılık
Mutluluğun gerisindeki tükeniş
Görebilmekten bıktığım için körleştirmek zorunda olduğum öngörüm

Nasıl anlatabilirim sana dakikaların arkasında saklı asırları
Kelimelerimin yankılandığı sonsuzluktaki çaresizliğimi
Umrumdaki tek kişinin sen olduğunu
çünkü sende kendimi bulduğumu

Aptallarla ve aptallıkla uğraşmaktan sıkıldım
Lütfen bana yaklaşmasını istemediğim dünyalarla beni karşılaştırma
İsmini yazdığım gözlerinin önündeki evrenim eğer sana yetmiyorsa
Mısralarımın gerisinde ellerine uzanan ellerimin varlığı sakın unutma


18 Ağustos 2006

GEZELİM GÖRELİM

İnsan kaynakları dışındaki ikinci işim Topluluk İstanbul Rehberliği. :) Çok severek yaptığım bu gönüllü rehberlik faaliyeti, sabah bahsi geçen Yönetim Kurulu üyemiz tarafından biraz önce paslandı. Pazartesi günü Kazan Üniversitesi‘nden gelen iki öğretim görevlisine İstanbul gezdireceğim. Aman ne güzel:). Son iki ayda bu üçüncü olacak. Belki de artık kendime göre bir “İstanbul dokumanı” hazırlamanın vakdi geldi.


29 Mart 2006 

RUHUNU GÖRMEYE HAZIR DEĞİLDİM 

Karamsarlaşmaya değecek bir neden göster bana
sana öğretilenlerden farklı

Kendine sakladığın iki sır söyle bana
ben sadece üçüncüsünü duymak için açacağım kulaklarımı
.
Uzaklardan selam gönder bana
uzun zaman oldu hiç kahkahanı duymayalı
.
İzin ver bakmayayım sana
gözlerinin mahremiyeti göklerde saklı*
.
Beni kırmayacağına söz ver bana
geçmişin tortuları dibine çöktükleri anılarda kaldı.

Bağlantısızlar olarak düşün yazdıklarımı
Her birinin içi birer kocaman itiraf okyanusu kaplı


10 Temmuz 2006 

KOZZ

Kozz’da sarmısak, badem ve kıyılmış maydonozla tereyağında pişmiş ahtapot, yine tereyağında ayva, kekik, sarmısak ve kırmızı biber ile sote edilmiş parmak büyüklüğünde kalamar, muhteşem ızgara deniz levreği, nefis bir beyaz şarap…. sonra güzel bir peynir tabağı … ben Faruk Bey’e söyleyeceğim, bütün misafirleri bundan sonra ben dolaştırayım. Çok iyi oluyor. Rus adamlar Istanbul’a taşınmaya karar verdi :) Boğazı çok pozitif ve hayat dolu buldular :) Benim rehberliğimden de sanırım ( ! ) çok mutlu oldular. Adamları iki arada bir derede habire azarladım. İlk başta biraz şaşırdılar ama sonra alıştılar : “Çok yediniz”,” güneşe çıkmayın”, “neee balıkla votka mı içeceksiniz ? !! şaka mı bu ?, “Gorbaçov’dan sonra ilk kez suya kırmızı şarap karıştırarak içen birini görüyorum, kör olsaydım da bugünleri görmeseydim” , “yukarı çıkmayın, çarpılıp hasta olacaksınız sonra başıma bela açacaksınız ” “. Adamlar benden korktu !! Bazen kendime şaşırıyorum. Neden kimsenin lamı cimi umrumda olmuyor benim ? Neden kafamdaki ile ağzımdaki bir ? Bilemiyorum … Kendime temelde çok güvendiğim için herhalde. Belki de ben de gerçekten bir yerlerde bir kaçak var. Belki yaşama aşık olduğum için. Belki hayata insanlara, anlara, durumlara indirgenemeyecek kadar çok önem verdiğimden. Onun olası güzelliğini hiçbir insanın, durumun bozmasına izin vermeyişimden. Allahın üç Rus’u gelmiş benim keyfimi kaçıracak, izin verir miyim ? Asla … döver misiniz, döver miyim gibi birşey … üç adam bütün gün mum gibiydi. Saat 16:30′da da check inlerini yapıp uçaklarına yolcu ettik, bitti gitti. Faruk Bey’e de telefon açtım “İşim bitti” dedim. “Sağol” dedi. Şimdi akşama gideceğim konseri, Sevil’le aylar sonra gerçekleşecek sitem dolu (! – beni neden aramıyorsun, neden görüşmüyoruz, vs. vs.) buluşmamızın negatif etkilerinden nasıl korunabileceğimi düşünüyorum. Yaaa, hayat zor. Sevil’e bir zamanlar aşık olduğumu söylemiştim, inanamamıştı. Benim ayrı bir dünyanın insanı olduğumu söylemişti. Bende “Nereden biliyorsun ? Dünyamın içinde misin ki ?” diye sormuştum. Nasıl bir dünyam varsa !!! Sevil piyasayı sever, beni de bilir, insanların birbirine benzemek için yarıştığı sürü piyasasının içinde hiç olmadım, tercihen. Benim hayatımı, yalnızlığımı ve beni biraz küçümsemişti sanırım. “Sen farklısın çok” demişti. Ama olumlu yönde değil !!! – Nasıl? “Garip” gibi mesela. “Kimse gariplerden haz etmez mi?” Bilmem ki, haklıydı herhalde. Belki de ben aşık olamıyorum, evet … sadece aşkınım.

Hmm.. biraz da kitap okumanın, tarih öğrenmenin, kültür meraklısı olmanın faydası sanırım. İnsanlara onların tarihi, kültürü, tarihi hakkında üç beş onların bile bilmediği bilgi verince ayaklarını denk alıyorlar. Konuşmalarının tonu, şekli değişiyor. Yavan ağızdan, ciddi uslüba geçiyorlar. Yabancı erkekler ile Türk erkeklerin arasındaki en büyük fark bu işte. Türk erkeği ile bilgi, entellektüel içerikli konuş, korkar, kaçar, sıkılır… kafanın boş olmasını yeğler, ondan güçlü, akıllı, becerikli olma. Medeniyetsizdir, dinlemeyi, paylaşmayı bilmez, saygısızdır, bilgisizdir, özgüvensizdir ve o yüzden de egoludur Türk erkeği. Yabancı erkekler bilgi içerikli konuşmaya büyük ilgi gösterir, dinler, sorar, ilgilenir, güler ve korkunç saygı gösterirler. Davranışları, bakışları, her şeyleri değişir. Bizim erkeklerimiz tam tersi… bir de bizim gibilerin arkasından demedik laf bırakmaz Türk erkeği, dedikoducudur ….

Konserin ilk bölümü çok iyiydi de, ikinci bölümün yarısından sonra ben koptum, üstelik feci şekilde. Müziği dinlerken birden gözlerimin veya kafamın içindeki sahne değişti … davul çalan adamı eski Amerikan dışişleri bakanı Colin Powell, gitaristi eski fizik hocam, klavye çalanı da Billy Joel’e benzetince hayal gücüm ve gitarist çalarken eğilip bükülüp, sanki ortadan yırtılacakmış gibi ıkındıkça … ben bir patladım… gülme krizi… Sevil’de de sanki beni bekliyormuş aynı anda ikinci patlama ….sahnenin önünde bizi bir gülme tuttu. Tövbe tövbe ya… gül gül gül…insanın kafasından neler geçiyor…. fakat en son parçada artık olayı aşmışlardı, çalarken öyle yırtınıyorlardı ki, dedim “hah, şimdi hepsi aynı anda havaya uçacak” …GÜMMMMMM… Onlar havaya uçmasa seyirciler teker teker infilak edecekti. …BAŞTA BEN :) … ben galiba bu türlü cazdan hiç anlayamıyorum. !


1 Ağustos 2006 

SERBEST

Sabah sabah insanın sinirini zıplatacak olaylar yaşaması iyi birşey değil. Olayın ne olduğu mühim değil. Sinirimin ilk dalgası bindiğim taksi şöförüne vurdu. Ama sanıldığı gibi de hiç değil. Ben hiddetle “kuşbeyinli hatunlar” diyerek olayı anlattıkça adam güldü, kahkaha attı, daha da kahkaha attı ve dönmesi gereken yolu kaçırdı … Ne bu ?!!!

“Bahtsız Bedevinin Çılgın Salı Sabahı Anıları”

Abuk subuk başlayan gün, Samet Bey’in İtalya’ya yönelik iş ile ilgili haberi ve bu son gelişmeyle bağlantılı benden bir iş talebi ile güzelleşti. Birincisi İtalya’da açmayı planladığı ama lokasyonu netleşmeyen ofise ekipteki favorilerimden Olcay’ı göndermeyi düşündüğünü söylemesi beni çok sevindirdi. İkincisi ise benim İtalya’da işe alım yapacak olmam. Ne harika bir değişiklik. Eylül’de de İtalya’ya gideceğim.

“Toskana’da Eylül”

Ofis için en uygun bölge Toskana ama detay için çalışmak lazım. Daha birçok farklı detay için çok düşünmek, araştırmak ve çalışmak lazım. Ay ne eğlenceli. Son bir aydır CV okumak, mülakat yapmak ve istediğim insanları bulamamaktan o kadar bunaldım ki … İtalya gelişmesi ilaç gibi geldi.

“Pasaportunu nereye koydun İpek ?!

Dünden bugüne hayat adına yine tanımlayamayacağım değişiklikler var. Öyle yoğun hissediyorum ki farklılığı. Sabah uyandığımda ne giysem acaba diye düşünürken aklıma uzun süredir askıda duran koyu ten rengi pantolonum geldi. İlk kez değişime ait yoğun hissi pantolonun düğmelerini iliklerken farkettim. Sanki özlemle beklediğim, umduğum, hayal ettiğim cennetimin kapısından içeri girmiştim. Büyük bir ferahlık duygusu. Belki de bu ferahlık o şapşal kızların beni deli etmesinden önceki, yani fırtınadan önceki sessizliğe alametti. !!! Bilmiyorum. Tek bildiğim benim dünyamda büyük bir değişim var ve ben mutluyum, kaynağı her ne, her kim ise …

“You make me happy and I love you”


28 Ağustos 2006 

KIRMIZI 

KİM KIRMIZI SEVİYOR ?
BEN, BEN, YİNE BEN, HEP BEN :)

(yer : ev – dağınık)

(şarap – Corvus Öküzgözü Boğazkere)

(takım – FENERBAHÇE )

(bitki – Aşk Merdiveni, Camilla ve Yeni Gine)

(tarih : 31.08.2006 )

(yer : ofis )

(kahve : Nescafe 3′ü bir arada )


3 Temmuz 2006 

DELİ SU 

Bazen gerçekten de yanlız öleceğimi düşünüyorum. Neden diye de sormuyorum aslında. Nedenini hep biliyordum, bilmiyormuş gibi yapıp kendi kendime isyan ediyordum. Yoooo … o kadar iyi biliyorum ki ):( . Ben hep böyleydim, bundan sonra da böyle kalacağım. Herkes hayatta bedeller ödüyor, benim ki de bu. Yapabileceğim birşey yok, olmadı, olmayacak. Doğarken genlerimi ben seçmedim. İki kuvvetli zıt kutubun çakışmasının ortanca, ortalama ürünüyüm ben. Ne biriyim, ne diğeri. Ne akılım, ne içgüdü … ikisinin ortası duyguyum ben; sıfır noktası. Su akar, deli bakar gibi … akışı değiştiremem. Kim su, kim deli ?

VE EVET… ALLAH KAHRETSİN … KENDİMİ ÇOK SEVİYORUM. :)AKAN VEYA BAKAN… BURADA SAF OLAN TEK ŞEY VAR … EMEK


18 Temmuz 2006 

TAVSİYE

Wolfgang Amadeus MOZART’ın EMI Classiscs tarafından 2005 yılında piyasaya sürülen ve çeşitli filmlerde kullanılmış eserlerinin toplandığı bu iki cd’den oluşan albümünü çok ama çok büyük zevkle dinleyeceksiniz.


8 Mart 2006 

EN İYİ DİLEKLERİM 

Hiç beklemediğiniz karşılaşma, hiç beklemediğiniz davranış, hiç beklemediğiniz üzüntü…hiç beklenmeyenler üzerine hiç düşündünüz mü?

Beyinlerimizde kurguladığımız sıradan hayatlarımızın dışında gerçekleşen ihtimal dışı, öngörülmemiş olandır ‘hiç beklenmeyen’. Belki gafil avlanmak. Sonucu ya mutluluk ve şaşkınlıktan çılgına çevirebilecek kadar güzeldir, ya da şiddetli sarsıntı sonrası yıkıntılar arasından sıyrılabilmek için verilen çaba kadar acı ve üzüntü verici. Kim benim başıma gelmedi diyebilir ?

Üç yıl önce evimden elli metre ötede üstüme yürüyen adamın çantamı çarpması, ofis masamın üstünde bulduğum kocaman kutu içindeki hediyeler, bir yılbaşı gecesi elimde şampanya kadehi ile gülerken aldığım evlenme teklifi, oturduğum kafedeki sandalyeden belimin aşağısı tutmadığı için ayağa kalkamamam, bir cumartesi sabahı onunla göz göze gelmem…

Yazmalıyız bu anları tek tek. Bir salise için bile olsa, tekrar canlanan duyguları, geçmişi taşıyor adeta DNA’mız şimdinin hücrelerine. Aristo “gözler nasıl ışığı, kulaklar nasıl sesi algılıyorsa hafıza da zamanı algılar” demiş. İbni Parmen hafızanın tıpkı göz ve kulak gibi bir duyu organı olduğunu ileri sürmüş. Hafızanın hem geçmişi, hem de geleceği algılayabileceğini yani zamanın göreceliliğini anlatmış ta o zamanlarda; geçmiş veya gelecek kavramlarını reddetmiş, “bizler, ezeli ve ebedi bir –şimdi– içinde yaşıyoruz” demiş.

Hiç beklenmedik mutluluk -şimdi-leri dolu bir hayat dileğim ile…


8 Temmuz 2006 

BUGÜN

Bugün Nevra evleniyor. Şişli Evlendirme Dairesinde olacağım 17:30′da. Oradan sinemaya G-Mall’a geçerim herhalde. Sanırım benim hayallerimi temsil eden tek şarkı Paul Weller’ın “You do something to me”. Konserde mutlaka söyleyecektir ama o söylemeye başlamadan ben isteyeceğim avazımın çıktığı kadar bağırarak …-hayallerim için-

You do something to me, something deep inside
I’m hanging on the wire for a love I’ll never find
You do something wonderful then chase it all away
Mixing my emotions that throws me back again
Hanging on the wire, I’m waiting for the change
I’m dancing through the fire, just to catch a flamean’ feel real again
You do something to me somewhere deep inside
I’m hoping to get close to a peace I cannot find
Dancing through the fire just to catch a flame
Just to get close to, just close enough
To tell you that…..You do something to me something deep inside.


13 Temmuz 2006 

PAUL WELLER’IN GECESİ 

Muhteşem bir gece geçirdim. Muhteşem bir konserdi. Paul Weller ve ekibi muhteşemdi. “Buraya gelirken ne ile karşılaşacağımızı bilmiyorduk ama muhteşem bir seyirci var” dedi. Yani sahne ve seyirci karşılıklı muhteşemleştik. Kendime Style Council’in 5 cd’den oluşan paketini aldım. Paul Weller’ın albümleri Univarsal’den çıktığı ve Universal Türkiye’den çekildiği için son 6-7 yıla ait albümlerini piyasada bulmak zor. Ben şans eseri “Days of Speed”i bulmuştum. İstiklal’e çıkıp pasajlara girmek lazım gerisi için. “You do something to me”‘yi öyle çok onunla birlikte söylemek istedim ki ve söyledim. Meğerse ben hiç bağıramıyormuşum. Sinek vızıltısı gibi çıktı sesim. Her ne olursa olsun, konserin sondan üçüncü parçası olarak istediğim gerçekleşti :) Ayrıca “Wishing on a star”, “Long hot summer”, “Wildwood”, ” Like pebbles on the beach”, “Town called Malice” ve diğer bütün parçalar… harikaydı.


1 Mart 2006

İHMAL 

Bugün Geveze’yi dinliyordum Power Fm’de
Sabahları olumlu açmanın iyi bir yolu
Bazen gözün algılayamadığı ile kulak çok anlaşıyor
Bazen de tam tersi

Gün ilerledikçe iş güç derken
Sana selam vermeyi ihmal etmişim;

Selam

Evde sular yoktu
Sabahları olumsuz açmanın en iyi yolu
Bazen elini yüzünü temizlemek ne zor oluyor
Bazen de tam tersi

Gün ilerledikçe iş güç derken
Sana nasıl olduğunu sormayı ihmal etmişim;

Nasılsın?

Öğleden sonra yine bilgisayarda çok işim var
Günü verimli geçirmenin yegane yolu
Bazen bilgisayar bağımlı olmak ne iyi oluyor
Bazen de tam tersi

Gün ilerledikçe iş güç derken
Sana seni sevdiğimi söylemeyi ihmal etmişim;

Seni seviyorum.


20 Temmuz 2006

OYUNUN KURALI 

Aklım boşlukta. Dakikaların geçişini dinliyorum. Camım açık. Dışarısı karanlık. Evdeki müzik sesi doğaya, doğanın kendiliğindenliği evin içine karışıyor. Sanki bu güzelliği bozan tek unsur benim; klavyeden çıkan tuş veya şarabımı içerken boğazımdan gelen boğuk yutkunma sesi …

Çocukken “şu nefes aldığım anda Reagen’da Amerika’da nefes alıyor” derdim kendi kendime ve bu beni çok heyecanlandırırdı. Aynı anda dünyanın çevresinde milyarlarca insan nefes alıyor, milyarca kalp atıyor, milyarlarca düşünce geçiyor beyinlerden. Ne büyük kudret, ne ulu bir sistem. İnanılmaz ve yakalanması bir o kadar güç olan dengelere teslim oluyorum.

En başa dönüyorum artık. Kendimin bile hatırlamadığı uzak geçmişime. Seviyorum her yeri, herkesi, her şeyi çünkü sevmek en başta iken çok kolay. Yaşamak çok kolay. Ben kolayım. Zor olan başa dönmekti, artık kolay olan yaşamak. Teninin ağırlığından sıyrılınca ruhlar, ebedi cennetlerine kavuşuyorlar. Bir gün et ölecek, ne fark eder ?

Beden ruhun zindanıdır diyenler yoksa haklı mı? Ruh o kadar şen, o kadar mutlu ve coşku dolu ki, etim sanki ruhuma beş beden küçük gelen elbise gibi. Eğer bu dünyada şu üzerindeki elbiseyi taşımaktan başka alternatifim yoksa, oyunun kuralı buysa… Tanrım; takım kaptanım, şu an itibariyle sana oyunun kurallarına uyacağıma, antremanları kaçırmayacağıma, çok çalışacağıma ve iyi bir oyuncu olacağıma söz veriyorum. Bugüne kadar canımı bolca yakarak bana öğrettiğin kurallar seninle benim aramda saklı.


26 Nisan 2006

DİP NOT TİYATRO 

Portekiz dönüşü Madrid, Lizbon ve geç de olsa Amsterdam üzerine gezi yazılarımı yazacağım. Sonbahara kadar başka yurtdışına çıkış, eğer bir sürpriz olmaz ise, bana görünmüyor. Amsterdam ve Madrid için söyleyeceğim ilk şey benim bu şehirlere tekrar tekrar gitmem gerektiği olurdu herhalde. Dünyayı gezdikçe bilemediklerimin, hatırlayamadıklarımın, anlayamadıklarımın ağırlığı beni üzüyor. Kendime küsüyorum, gidip kitaplar alıyorum, sonra kendime çok yüklendiğim için yine kendime çok kızıyorum. Çok dertliyim çok !! :):)

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’dan her hafta etkinlik haberleri gelir kargoyla. Mesela bu etkinlik duyuruları da beni bunalıma sokuyor. Örneğin Mayıs’da Tiyatro Festivali var. Hiç ‘öncelikli’ bilet alabildim mi ? Hayır… harika, nefis !… Biraz önce de 5-16 Temmuz arasında düzenlenecek olan 13. Caz Festivalin’nin duyurusu geldi. Üç konsere kesinlikle gitmem lazım. Diana Krall, Paul Weller, Gilberto Gil. Kırmızı Lale sahipleri 2-3-4 Mayıs’da öncelikli bilet alma hakkına sahip olacakmış. Eeee….ben bilet alabilecek miyim ? Hayır … çünkü burada yokum. Ay bazen bıkıyorum herşeyden. Uf.

…..

Derken, yukarıdaki yazdıklarım vasıtasıyla kendi kendimi gaza getirerek Tiyatro Festivali kapsamındaki Arlecchino (İtalya), Beş Yıl Geçince (Fransa) oyunlarına ve Yağmurlu Bir Mevsim… (Belçika) dans gösterisine biletlerimi aldım. Oh, içim rahatladı, yüzüm gülmeye başladı.


20 Kasım 2006

BANA AİTSİN 

Bazen hayat beyaz sedefli boncuklardan oluşmuş bir kolye gibi belirir kafamda. Her boncukta bir anı, bir insan, bir sevinç veya bir üzüntü saklıdır. Boncuklar tam karınlarından açılmış dar kanaldan geçen keskin ve sağlam misine ile birbirlerine dokunur, açık uçlar sadece istenilirse birbirine kavuşur. Her bir boncuğun ana iki komşusu bulunur ama bütünün içinde sahibinin kolye için biçtiği uzunluk kadar paydaşı, ortağı, bütünleyicisi olacaktır elbet tanelerin. Kimi kolye sahibinin boğazını sıkar, kimi kolye varlığını üstüne takıldığı kostümün kalabalığında kaybeder. Kimi kolye ise çıplak bedende, ona yakın yakışan kumaşın eşliğinde bir sanattır adeta, kendine baktırır ve anlayana anlatır, anlatır. Hayatını hayallerindeki kolyesine özenle işleyenler ise birbirlerini gözlerindeki boncuklardan her zaman tanır.

Siz hiç hayatınızda birine “Bana aitsin” dediniz mi ?

Ben kolyeme bir boncuk daha işte tam bugün, 20 Kasım da ekledim.


26 Kasım 2006

BAK BAKABİLDİĞİN KADAR, SANKİ …

Ekran bana bakıyor
Ben kafamın içine bakıyorum
Kafamın içi hayallerime bakıyor
Hayallerim geleceğe,
Gelecek ise imkanlı olasılıklara ve
öngörülmeyenlere.
Çok güzel.
Hepimiz gözü dikmiş bir yere bakıyoruz
da
bir türlü dönüp birbirimizle bakışamıyoruz

Yani nasıl oluyor?

:)

Saçma sapan, ‘hepimiz’ ne benciliz.
Ortak tek hasletimiz, hepimiz en başta yaşamı tüketiyoruz.

Örneğin ben şimdi hazırlanıp saat 20:00 deki CRR Senfoni Orkestrasının konserine gideceğim. Salon yine boş olacak. Gerileceğim, üzüleceğim, bozulacağım, sinirleneceğim, konser boyunca yarı bunalım halinde dalıp dalıp gideceğim. Ben deli miyim ? Başkalarının klasik müziğe ilgisizliğinin sorumluluğunu acaba niye ben sırtlanıyorum ?

Sorarım, bir insan “göz göre göre” kendine bu şekilde işkence yapar mı, bir yaşam böyle tüketilir mi ? Yazık bana. Bakın saat 18:00 ve daha şimdiden gerginlikten damarım atmaya başladı …

KONSER ARASI (20:00 – 22:00)

Konserden kanat takmış uçarcasına mutlu döndüm. Birincisi çok güzel bir konserdi. İkincisi salon doluydu. Üçüncüsü …. üçüncüsü yok. Daha ne olsun ! Hmmm … olur olmadık zamanlardaki alkışları saymazsak eğer …

Konser Rossini’nin “Sevil Berberi” operasının uvertürü ile açıldı. Ardından gecenin solisti Min Lee geldi sahneye. Erick Friedman’nın Yale Üniversitesi’nde yetiştirdiği bu Singapur’lu genç yetenek Tchaikovsky’nin bestelediği tek Keman Konçertosunu nefis yorumladı. Biste ise Paganini çalarak salona gerçek yeteneğini gösterdi. Mesela benim ağzım açık kaldı. Paganini dinleyince hep kaşlarım çatılır. Paganini’nin geçirdiği eklem hastalığı sonucu el parmaklarında oluşan yapısal deformasyon, ona keman ile başkalarının hiçbir zaman kendisi gibi çalamayacağı besteler üretme ve değişik teknikler geliştirme imkanını sağlamış. Eğer zaman makinası olsaydı Paganini’nin kendisinin çaldığı bir konserine gitmek isterdim . Aranın ardından ise Schumann’nın 3 numaralı mi bemol majör senfonisi seslendirildi.

Konserin birinci yarısı muhteşemdi. Benim için ikinci yarı birinci yarıyı düşünerek geçti. Ben de birazdan yatağıma gidip, aynı besteyi Itzhak Perlman’nın bendeki cd kaydından dinleyerek uyuyacağım.


17 Aralık 2006

GÜNLÜK FİLMLER, TİYATROLAR, KONSERLER

Dışarıda güzel, güneşli bir hava var. Bugün kendimi pazar sersemliğinden sıyırarak sokağa atacağım. Alışveriş yapacağım ve sinamaya gideceğim.

Dün de Taksim’e yürüdüm. “Stranger Than Fiction” – Lütfen beni Öldürme ( Bu nasıl kötü bir çeviridir !!!????? ) ‘a gittim. Güzel film. Kahramanımız Harold Clinc’in yazar Karen Eiffel’ın kitabını otobüste okuma sahnesinde çalan The Jam’in That’s Entertainment parçası benim için filmin en harika yeriydi. Ayrıca filmde kullanılan diğer parçalar da çok başarılı. Benim özellikle müzikler çok dikkatimi çekti. Piyasaya Soundtrack ‘i gelirse alacağım. Sony’den çıkar herhalde.

Filmden memnun bir şekilde çıktıktan sonra Borsa Lokantası’na gidip balık + şarap yaptım. Sonrasında yürüye yürüye, bir parça da market alışverişi ekiyle eve döndüm. Akşam nedeni belirsiz bir şekilde saat 10:00 gibi üstüme bir yorgunluk çöktü ve gidip yattım. Erken yatmanın sonu saat 01:00′de kalkmak olmalı. Şansıma ATV’de hoş bir romantik komedi filmine denk geldim: “Emma ve -birşey-” . Dün ilginçtir ne izlediysem yazarlarla ilgiliydi. Bazen aklıma bir roman yazmak fikri düşüyor … ama …. silkiniyorum. ” Ne işin var romanla, momanla” diyorum. Benim yazmam ‘çerezlik’, yeter ki gönüller hoş olsun gibi birşey, eni sonu ciddiye alınacak bir tarafı yok yani.

Bugün de hangi filme gitsem diye düşünüyorum. “Köstebek” görmek istediklerim arasında başta yer alıyor. Bakalım. Akşam dönüşte neler yaptığımı yazarım herhalde.

Perşembe akşamı bilgisayar başında yine boş boş ekrana bakarak oturmuş ‘birşey unuttum, birşey unuttum’ diye düşünürken, o akşam Akbank Oda’nın konserine gideceğimin hafızamdan silinmiş olduğunu farkettim. Hala içim acıyor. Nasıl atladım ?! :(. Belki de gerçekten programlarımı blog’a geçirmeliyim. Buraya yazınca bana hatırlatma oluyor. AKM’ye uğramalıyım … offfff…

19 Aralık 2006 CRR ADAP Konseri
23 Aralık 2006 CRR Mariinsky Balesi

Aralık ayında millet tiyatrolara resmen hücum etti. -Aralık 2006- Ocak 2007 tiyatro bilet fiyatları 1 YTL kampanyası- nedeniyle Devlet Tiyatrolarından bilet bulmaya imkan yok. Sehir Tiyatroları Muhsin Ertuğrul Sahesinde de Rumuz Goncagül oynuyor ama nafile; onun da biletleri aybaşından tükenmişti. Ali Poyrazoğlu’na gitmeliyim belki de … Kenterler’i de deneyebilirim.


31 Mayıs 2006

SAKSI BİTKİLERİ 

Saksı Bitkileri Envanterim : Hepsini çok seviyorum ve hepsi ile her gün sohbet ediyorum.

Arucaria – en eskilerinden, ne badireler atlattı benimle sevgili çamım.
Açelya – aylardır küskün. Çiçek açmıyor ama yeni tomurcuklar vermiş, belki de saksısını sevmiyor.
Kalathea – aileye kısa süre önce katılan minyatür
Dieffenbachia spp. – emsallerine göre küçük. O nedenle de çok sevimli.
Dieffenbachia Machulata : küçük saksısı içindeki kalabalık güzellik
Nephrolepsis Exaltata – Aşk Merdiveni – yerini çok seviyor, büyüyor da büyüyor.
Sansevieria Trifasciata – diğer adı yılan bitkisi – bir diğer ufaklık.
Schefflera – durumundan ne o, ne de ben memnunum.
Bambu – sekiz tane iri bambum evi seviyor.
Menekşe – tek, ona arkadaşlar almam lazım.
Yeni Gine – cam kenarımın 6 güzeli
Dracaena – O da emsallerine göre küçük dolayısıyla ince uzun yaprakları ile çok sevimli.
Maranta leucorneura – emsallerine göre yine küçük. büyüyecek de göreceğiz keratayı.
Zamifolia – bu enteresan bitkiyi yeni aldım. Henüz bakışıyoruz.
Dört Yapraklı Yonca – Amsterdam’daki çiçekçinin hediyesi. ne olduğunu ilk anlamamıştım.
Fesleğen – nefis kokuyor

maalesef adlarını bilmediğim 4 büyük, 1 minik bitkim var, öğreneceğim elbet. O zaman yazarım.


15 Mart 2006
SİHİRLİ MUTLULUK KUTUSU
Ecsher‘in ’sihir’ (magicbox), benim ‘mutluluk’ kutum.
Ne olmadığı değil, benim onu nasıl algıladığım önemli değil mi?
Eğer ben yanılgıma mutluluk kavramını yükleyebiliyorsam, o mutluluktur. Özgürlüğün sorumluluğunu taşıyabildiğinizde, mutluluk yolunda yanılgılarınıza da sahip çıktığınızda kanatlarınızı takacaksınız.

10 Şubat 2006

NASIL BİR BEYİN YAZILIMI?

bir kereliğine doğduğum,
birikerek büyüdüğüm,
sabrederek ilerlediğim,
dinleyerek anladığım,
konuşarak paylaştığım,
görerek yaşadığım,
yazarak unutmadığım ah benim biricik aşkım;
HAYATIM

sana olan bağlılığımı yüreğimin aklına anlattım;
parmaklarının arasından kayan zaman tek dostun,
ciğerlerine çektiğin oksijen tükenmeyecek yegane kaynağın olsun dedi.
kollarını açarsan bilginin evrenine,
sana dokunamayacak
hiçbir cahilce söz
hiçbir kem göz.
yürüyeceksin
güleceksin
üreteceksin
ve HAYATINI koşulsuz seveceksin.

düşünürken kullandığın kelimelerin kodlarını
altında yatan gücü hissedeceksin her birinin
dönüştürürken algoritmaya içindeki akışı
eğleneceksin sonsuz
biri sorarsa eğer “ne oluyor”, “hiç” diyeceksin.
sınırları kaldırdığını kendinden bile saklayacaksın.


6 Haziran 2008

YENİ DÜNYA

Sesinle ağaçlar arasındaki binlerce noktadan akar,
Yeni dünya,
serpilir, bitmeyen günün aydınlığına
Dağların en aşılmaz sarpından
Nehirlerin en coşkun sularına kadar
Neredeydin diye sorarım,
aynada baktığım o bir çift göze.
Gökyüzü ellerinde, sen benim her nefesimde.

Ruhunu görmüştüm,
masalımsı
Ayaklarını hayal etmiştim,
elimle karnımı iterken
Şimdiyse tuttuğum mis ten,
bizden
ve
eğer bendense sendeki beden,
Hep sevdiğimdi o, önceden
Sonrası, şimdiden aklımda bir ağaç, bir çiçek, bir evren.

Büyüyeceksin her gün alev gibi,
Güçleneceksin sadece kendin gibi,
ve sana verileni çok ama çok düşüneceksin,
Dilerim aklındaki seven annen
gibi.

Seni seviyorum Yaprak’ım, iyi ki doğdun, yarım yaşın kutlu olsun :)


20 Şubat 2008

NEDEN YAZIYORUM? 

Colin Powell’ın eşi, Powell Amerikan başkanlık seçimlerine katılmayı düşündüğünde sormuş “neden” diye. “Neden başkan olmak istediğine dair 20 gerekçe söyle” . Powell dördüncü gerekçede takılmış kalmış ve başkanlığa aday olmaktan vazgeçmiş. Şimdi ben de aynı şeyi çok sevdiğim yazmak edimi üzerine yapacağım. Soru şu :

— İpek, neden yazmak istediğine dair 20 gerekçe yaz :

1. Yazarken rahatlıyorum, mutlu oluyorum.

2. Yazarken öğreniyorum, aydınlanıyorum.

3. Yazarken unutmuyorum.

4. Yazarken hatırlıyorum.

5. Yazarken düşünüyorum.

6. Yazarken çalışıyorum.

7. Yazarken dinliyorum, izliyorum, araştırıyorum.

8. Yazarken sorguluyorum, tepkimi ortaya koyuyorum.

9. Yazarken ulaşıyorum, iletişim kuruyorum.

10. Yazarken zorlanıyorum, kendimi aşıyorum.

11. Yazarken sorumluluk taşıyorum, olgunlaşıyorum.

12. Yazarken paylaşıyorum.

13. Yazarken bekliyorum, sabrediyorum.

14. Yazarken hedef koyuyorum, başarıyorum.

15. Yazarken Yaprak’a ve bütün sevdiklerime hayatımıza dair güzel şeyler bıraktığımı hissediyorum.

16. Yazarken sevgimi ve minnettarlığımı ulaştırıyorum.

17. Yazarken zaman geçiriyorum.

18. Yazarken yaratıcılığımı harekete geçirebiliyorum.

19. Yazarken istediğimde bırakabiliyorum.

20. Yazarken bilgi aleminin içine giriyorum ve bu bana hiçbir zaman mutlak özgürlük diye birşey olmadığını iliklerime kadar hissettiriyor çünkü bilgi, eş zamanlı olarak hem en büyük zihinsel özgürlük, hem de en büyük zihinsel esaret demek. Ve ben bu sonsuz okyanusda sadece bir damla olabilirsem ne mutlu.

Finalde, sanırım ben işte bu mutluluk için yazıyorum; okyanusda bir damla olabilmek için.


14 Şubat 2008

SEVGİ SÖZLERİ 

Bütün kainat birbirine sevgi ile bağlanmış,
Sevgini vermesini öğren, çünkü gönlün anlasın ki,
Hepsine yer varmış,
Sevgisiz insandan, dünya, untma ki korkarmış.
Mevlana
.
Nasıl kafa sayısı kadar düşünce çeşidi varsa, kalp sayısı kadar da sevgi çeşidi vardır.
Tolstoy
.
İçinde sevgi barınan için dünya tek bir ailedir.
Buddha
.
Sevelim, sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz
Yunuz Emre
.
Gençliğimizde düşüncelerimizi oluşturan tüm konular sevgi ile ilgilidir. Sonraları ise tüm sevgimiz Düşüncelerimiz olur.
Albert Einstein
.
Çoğu insan kafasına koyduğu kadar mutludur.
Abraham Lincoln
.
Başarı istediğini elde etmek, mutluluk ise elde ettiğini sevmektir.
Brawn
.
Bizi sevdiğimiz şeyler yoğurup biçimlendirir.
Goethe
.
Yalnız akıllı insanlar sevmesini bilirler.
Seneca
.
Aşkın tek ilacı daha fazla sevmektir.
Henry David Thoreau
.
Sevgiyi severek övmek isterim. Her biçimi Tanrı’dan gelir.
Goethe
.
Hakiki sevgi iyilik gördüğünde aretmayan, kötülük gördüğünde de eksilmeyendir.
Yahya Bin Muaz
.
Sevgi sabittir, kararsız olan bizleriz. Sevgi güvence verir, insanlar ihanet eder. Sevgiye hep güvenilir, insanlara güvenilmez.
Leo Buscaglia
.
Kişisel sevgi her ne kadar has ve yoğun olsa da mutlaka bağlayıcıdır, özgür sevgi ise herşeyi kapsayan sevgidir.
Maharaj
.
İnsanların pek azı ötekini olduğu hali ile sever; onların asıl sevdiği ona atfettikleridir, onun kendi kafalarındaki hayalidir.
Goethe
.
Gerçekten de sevgili, sevgilisi tarafından aranmadan ortaya çıkmaz.
Mevlana

Seni seviyorum diyebiliyorsam bu sende bütün insanlığı bir anlamda bütün canlı olan her şeyi ve yine sende kendimi seviyorum demektir.
Eric Fromm


27 Ocak 2008

MEVLANA – MESNEVİ’DEN 

Mevlana Celaleddin-i Rumi Mesnevi’yi divan edebiyatında ‘mesnevi’ tarzında yazdığı için eser bu adla anılmıştır. Baştan sonuna kadar manzum Farsça olan eserin en eski nüshası 25618 beyittir. Altı büyük ciltte düzenlenen Mesnevi, Mevlana’nın tasavvufi fikir ve düşüncelerini, biri diğeri ile ilintili hikayeler halinde anlatır.

1. CİLTTEN

_Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi ? Bu hayali birşey … Kimden kapıp kurtarıyoruz … Tanrı’dan mı? Ne boş, vebal .. Dünya, Tanrı’dan gafil olmaktır .. Dünya, para, pul, kadın, giyim-kuşam, ticaret değildir. Bunu bil. ( Beyit : 970-971 )

_ Ey kişi … Sen bu dünya kuyusunun dibine, hırsla tamahla atlamış, mahpus bir aslansın. Nefsini yen de tavşan gibi hür dolaş.. Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve safa etmekte. Sen ise şu dedikodu ve münakaşa kuyusunun dibindesin. ( Beyit : 1350-1351)

_ Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir. – Düşman gözleri kin ve gayzları, hasletleri; kovalarından su boşalır gibi başına boşalır. ( Beyit : 1835-1836 )

_ Temiz kişilerin işini kendi işinle kıyas etme. Arslan anlamına gelen Farsça “şir” kelimesi ile sür anlamına gelen “şir” aynı yazılırsa da ayrı ayrı şeylerdir. Düşün ki, her iki arı da aynı çiçeği emerler. Fakat birinden bal, diğerinden zehir meydana gelir. Her iki kamış da bir sulakta büyür. Fakat birinin içi boş, diğerinin içi şeker doludur.

_ Herkesin hareketi ve görüşü, bulunduğu makama uyar. Herkes alemi kendi görüş çevresinden görür. Can gözü açık olmayan, ancak sakal sarığı görür. Adamın ileri veya geri oluşunu onu tarif edenden öğretir. ( Beyit : 2862 )

_ Sağırın yaptığı kıyas yüzünden on yıllık dostu ve hal-hatır sorması hiç olup gitti. Senin duygu kulağın sağırsa, gönül kulağın açık olmalı. Gönül kulağı, herşeyi duyar, işitir. ( Beyit : 3393-3395 )

_ Sofiler, Türk ressamları gibidirler. Onların, ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur. Ama, gönülleri mükemel cilalanmış, istekten, hıstan, hasislikten, kinlerden arınmışlardır. O aynanın saflığı, berraklığı gönüldür. Gönül aynasına, hadsiz, hesapsız suretler aksedebilir. Gönüllerini cilalamış olanlar, renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste kolayca bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, bayrağını açmışlardır. ( Beyit : 3492-3494 )

2. CİLTTEN

_ İnsanların çoğu yiyicidir. Onların selam vermelerinden pek emin olma – Hepsinin de gönlü şeytan evidir. İnsan şeytana pek kulak asma. – Şeytanın ağzından çıkan “La Havle” ye kanan kişi, savaşta o eşek gibi tepesine düşer. Kötü dostun işvelerine kulak veme; yeryüzünde tuzak gör, emniyetle yürüme … Aşağılık kişilerin hürmetini, hayır saymasını o hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik, adam olmayan kişilerin işvesinden iyidir. ( Beyit : 251- 257 )

_ Dostlardan gelen akis, sen denizden, akse muhtaç olmaksızın su almaya muktedir oluncaya kadar hoştur. özün, aklın, kulağın saf ve teniz olmasını istersen tamah perdelerini yırt. Çünkü, Sofi’yi yoldan çıkaran tamah ve taklittir. İkisi oldu mu onun hali ziyandır. ( Beyit : 556-570 )

_ Tanrı davetinden uzak olan kimse, sultan da olsa aç gözlüdür. – Rhat etmek ümidiyle bu dünya zindanından ne tarafa kaçsa orada da senin önüne yine bir bela çıkar. Tanrı’nın halvet yerinden başka, bu dünyada dertsiz, tuzaksız hiçbir bucak yoktur. ( Beyit : 685-690 )

_ Tende kudret oldukça çalışıp kazanmak gerek. Çalışıp kazanmak define bulmaya mani değil. Sen çalış, kazan da define de bulursun, hazine de … Böyle yap ki, sonunda “eğer” illetine uğramayasın. Eğer şunu yapsaydım, yahut bunu yapsaydım gibi şüphelere düşmeyesin. ( Beyit : 734-736 )

_Aptalın sevgisi, şüphesiz ayının sevgisi gibidir. Kini sevgidir, sevgisi kin .. Ahdi gevşek, vefası zayıf ve bozuk.. Ahdiçse bile inanma ! – Eğri sözlü bir adam andını bozar .. onun nefsi beydir, aklı esir.. Farzet ki yüz binlerce defa Mushaf’a yemin etmiş olsun. Madem ki yeminsiz ahdi bozuyor, yemin etse onu da bozar. Çünkü nefsi yeminle bağlarsan nefis, bundan daha çok daralır, perişan olur. ( Beyit : 2130-2136 )

_ Ne mutlu o kişiye ki, kendi kendinin ayıbını görmektedir. Kim ki, birinin ayıbını görürse, o ayıbı kendisinde bulur. ( Byit : 3033 ) Sende o ayıp yoksa da yine emin olma. Olabilir ki o ayıbı sen de yaparsın, günün birinde o ayıp, sende de meydana çıkabilir. ( Beyit : 3037 )

_ Vücudun bütün orgaları zayıflarsa, sabır ve tahammül de zayıflar. Ancak Tanrı sarhoşu olan gerçek ulular bundan ayrı. onların kalplerinde tertemiz bir hayat vadır. Onlar ihtiyar gibi görünseler de, gönülleri geniş ve bahar gibidir. Onların gönülleri Tanrı mescididir. Tanrı erlerinin gönülleri derde düşmedikçe, tanrı; hiçbir milleti rüsvay(rezil) etmemiştir. ( Beyit : 3100 – 3102 )

_ Fikir ona derler ki, bir yol açsın, yol ona derler ki, bir gerçeğe ulşasın. Sultan ona derler ki, kendiliğinden sultan olsun, hazinelerle, askerlerle değil … ( Beyit : 3207-3208 )

_ Sultan değilsen yürü, riayet (saygılı) ol. Kaptan değilsen gemiyi öyle alabildiğine sürme… Ticarette tecrübeli değilsen, yanlız başına dükkan açma. Yorulup olgun hale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir. “Susun, dinleyin” emrini işit, süküt et. madem ki, tanrı dili olamadın, kulak kesil.. Söylersen bile sual tarzında söz söyle. Büyüklerle edepli konuş ! ( Beyit : 3454-3456 )

3. CİLTTEN

_ Sözü-özü doğru, temiz kiilerin taşına, toprağına kul olmak, yabancı ve riyakar adamlala dostluktan, onların bağına-bahçesine nail olmaktan yeğdir. Gönlü aydın bir er’e (uluya) kul olmak, sultanların başına tac olmaktan daha iyi … ( Beyit : 639-640 )

_ Dostlar, suretten (dış görünüş ) geçerseniz, her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içinde gül bahçesidir. Suretini kırdın, yaktın mı herşeyin suretini kırmayı öğrendin demektir. ( Beyit : 578-579 )

_ Aklın afeti vehimdir ( şüphe ), zandır. Firavuna herkes : – Sen tanrısın dedikçe, o da kendisinde tanrılık vehmetti. Tanrılık davasını güttü. Vehimden gelen korkuya iyice dikkat et, vehmin kötülüğünü anla ( Beyit : 1356-1358 )

_ Herkes, kahrı lütuftan ayırt eder, anlar. İster bilgi sahibi olsun, ister cahil. .. fakat, kahır içinde gizli olan lütfu, yahut lütuf içinde gizlenmiş bulnan kahrı az kişi anlar. ( Beyit : 1506-1507 )


11 Kasım 2007

SORU

Bazı günler dünya yetiyor,
rüzgar esiyor, toprak kahverengi
Sessizlik içimizde büyümüyor
Sevgi dolduruyor elleri, kolları
Bazı günler ise çoğulluk terk ediyor seni
İşte o zaman soruyorsun bana
– Beni seviyor musun ?
Hayır, sevmiyorum diyorum, kızıyorum
Yine niye aya gittin anlayamıyorum.


29 Ekim 2009 

ORHAN PAMUK’UN MASUMİYET MÜZESİ ÜZERİNE 

Biraz gecikme ile Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanını bitirdim. Roman hakkındaki olumlu veya olumsuz görüşlerimi aktarmadan önce kuşbaşısı değerlendirmemi yapayım; yazımı uzun bir süreye yayıldığını belli eden ama nihayetinde okuyucuya yarısına kadar “keşke hiç başlamasaydım”, yarısından sonra ise “iyi ki okumuşum” dedirten bir koleksiyoner, bir aşk hikayesi. Herkes “Büyük bir aşkın romanı” diyor ama bence o kadar basit değil işlenen. Kitap boyunca beni yaşanan aşk değil, aşk ile koleksiyonerlik arasındaki ilişki düşündürdü : “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar ? ” ; aşk mı koleksiyonsuz, koleksiyon mu aşksız olmuyor ?. Okurken romanın satırları arasındaki aşk çelmesine takılınmamalı derim ben, aşkın ötesindekileri görebilmeli, hissedebilmeli.

Değerlendirmelerime nereden başlasam diye düşünüyorum ve aklıma Masumiyet Müzesi’nin 83 bölümünü ilk 47 ve gerisi diye ikiye bölebileceğim geliyor.  Bu nasıl bir ayırım diyebilirsiniz haklı olarak. Açıklayayım. İlk 47 bölümde açıkçası kendimi ucuz bir aşk romanı okuyor gibi hissettim. Hatta etrafıma “böyle birşey okuyacağımı bilseydim beyaz dizi alırdım” dediğimi bile söyleyebilirim. Bahsi geçen aşkın anlatımının beni sarmamasının ana üç nedeni var ; birincisi sanki okuyucuda hafıza kaybı varmış gibi sürekli yapılan tekrarlar. İkincisi neredeyse alınan nefesin bile “avrupa özentisi” olduğunun her bölümde kafamıza kakılması. İstanbul cemiyeti parti yapar, avrupa özentisidir, pikniğe gider, avrupa özentisidir, arabayla gezer, avrupa özentisidir, alışveriş yapar, avrupa özentisidir. Ne yapmak lazım acaba ? Ortaçağ’da yaşayıp, medenileşmemek, nargile tüttürüp, tespih çekmek mi Pamuk’u mutlu edecek diye düşünmeden edemiyor insan. Hele o zamanlarda Türkiye’nin içinde bulunduğu yokluk ortamı düşünülürse, yurtdışına açılabilmek “özenti olmak”tan çok, gelişme adına iyi kötü çabalamak olarak adlandırılabilir bence. Pamuk’un SÜREKLİ bu ‘özentiliği’ ve İstanbul cemiyet hayatını açıklama çabası içinde büyük bir negatif tutum ve kendi toplumundan duyduğu hoşnutsuzluk, yetersizlik, adeta utanç var. Üstelik bir kere yazsa anlayacak kapasitede bir okuyucu kitlesi mevcut karşısında, yüz defa aynı şeyleri tekrarlamanın ne gibi bir amacı var ben anlayamadım. Üçüncüsü beni sarmama nedeni ise Pamuk’un kullandığı Türkçe’nin bu ilk 47 bölümde hiçbir edebi derinlik, hiçbir müzikalite taşımaması.

Derken 47. bölüm sonrasında parça parça sizi kavramaya başlıyor roman. İşte o zaman kendi kendime yedi sekiz yıl içinde yazılmış bu romanın son dönemde kaleme alınmış tarafına ulaştığımı hissettim. Artık lüzumsuz tekrarlar yoktu, “özenti olmak” vurgusu hemen hemen yokolmuştu. Artık kırık bir aşk ve bir koleksiyor, okumaya değer bir İstanbul hikayesi vardı. Sonunda roman başlamıştı. Ama maalesef ilk 47 bölümden o kadar olumsuz kanılara sahiptim ki, romanı psikolojik olarak kendimden itmeye devam ettim. Hatta bir ara on gün kadar mola verdim okumaya. Çünkü iyi birşeyler vardı okuduklarımda ama ben onları algılamama rağmen kaşlarımın çatıklığından cümlelerin derinliğine inemiyordum.

Üstümdeki bu sevimsiz tutumu attığıma inandıktan sonra kitabın ikinci yarısını büyük keyif alarak okudum. Koleksiyoner kimliğinin bütün roman boyunca ince ince betimlemesine hayran oldum. Hikayenin üç ana karakterinden koleksiyoner Kemal’in toplama aşkı, cinsel açmazları, sevinçleri, hasretleri, detaycılığı, gelenek ile modernite arasındaki sıkışmışlığı beni büyüledi. Füsun’nun dişiliği, tutkulu yapısı, inatçılığı ama acizliği eminim bütün kadınları benim kadar düşündürecek. Ve son karakter şehr-i İstanbul; İstanbul her zaman benzersiz, özellikle benim yaşadığım çevrede geçtiği için hikaye daha bir yakın. Şimdi Teşvikiye Camii’nin yanından geçerken karşı apartmanın balkonuna bakıyorum ve Vecihe hanım ile oğlu Kemal’i görür gibi oluyorum veya İnci Pastanesi’nin arka masasında oturan Füsun ve Kemal’in fısır fısır konuşmalarına, İstiklal Caddesi’nde yürüyüşlerine ben de tanıklık ediyorum. Çukurcuma ise açıkçası benim için de keşfedilmeyi bekleyen bir bilinmez.

Orhan Pamuk’un kendisi ve ailesini de doğup, yaşadığı Nişantaşı muhitine dahil ederek romanın içine yerleştirmiş olması hoşuma gitti. Masumiyet Müzesi’nin Çukurcuma’da açılmasının 1-2 yıl alacağını okudum. Herhalde merak içindeki müze ziyaretçilerinden biri de, kitabım kolumun altında, ben olacağım.


7 Ekim 2006

CUMARTESİ 

Bırak
biraz daha uyuyayım
Beş dakika sonra kalkacağım
gün
zaten sen dursan da devam ediyor
ama
bu rüya bir daha gelmez
bitmedi ki sevgilimin bana serenadı
bitmedi ki yürüyüşüm
bitmedi ki o şarkının notaları
Neden
itişdirip duruyorsun ?
Seni ben kovalamadım ki rüyanda
şimdi
sen benim peşime düşüyorsun saatinin akrep yelkovanına bakıp
Bırak
biraz daha uyuyayım
Bırak
yastığımla valsime beş dakika daha devam edeyim.


8 Ekim 2006

ŞİMDİ 

Kafam karışık
Doğru ile yanlış nasıl da alışılmış tanımlarını yitiriveriyor
Düşünmek istemiyor,
farkındalıktan nefret ediyor insan
iki günlük mutluluğu kaybetmemek için
Doğru ile yalan nasıl da biribirlerine kaynaşıveriyor
Yüzümden başlayıp bedenimi, kollarımı, ayaklarımı kavrayan rüzgar
birden tersinden esip alaşağı ediyor ruhumu
Dün soluğunu duyuyordum kabaca
Bugün şaşırıyorum
Ben gerçekten seni mi bekliyordum
bilemiyorum
Şimdi kendimi anlayamıyorum


25 Ekim 2006

HAYIR EVET

bir adım geriye düşmüşüm gibi
davranamam seni mutlu etmek için
veya
düşmüşüm ama memnunmuşum gibi
seyredemem etrafı
Ey Hayat !
usandırma beni…

bak
insanlar akıyor önümüzden
durumlar tartışılıyor
şimdi için geç kalmamak adına
kararlar verilmişti dün hemen,
peki ya
sonuçları beklerken dağıldılar diye
benim de mi kendimden
vazgeçmem lazım ?

hayır
bence sen
damlatmalısın avcuma notalarını -düşüncelerini- tek tek
onlar tenime işlemeli
ardından aklımda hepsi bana dönüşmeli
ve sonunda kelimelerimle uçarcasına kalbimden sana erişmeli
evet
şu ertesi güne doğru durmadan dönen dünya
işte seni bana belki de sadece böyle getirmeli.


6 Kasım 2006

MELİK

Bir gün yüz tane şey düşünüyorum,
ertesi gün ayrı bir yüz.
Ortalama kıvamlarda dolaşmanın dinginliği
ama hızı bir yana,
renkler koyulaşınca insan yavaşlıyor,
gözlerini açıyor
ve
“neler oluyor?” diyor.
Otomatik pilottan çıkmanın
keyifi mi desem,
sancısı mı
bilemiyorum.
Manzara güzel,
hava açık,
yol temiz,
derken
sen ve ben
dağılıyoruz geçmişe ve geleceğe
varılacak bir nokta,
bir diyar,
bir evren var ise eğer.
Biliyorum,
biliyorsun
senin gözlerinin -tam- içine bakıyorum.


21 Kasım 2006

-ING 

On the island where you sing
and in my mind
where I crown you as my king
I’ll keep on acting
with the drive of my basic feeling;
Oh love,
you shall always be the indispansable reason of my being.


15 Aralık 2006

SIMPLE FİVE SENSES 

I need to see your fingers moving
I need to hear your voice whisperring
I need to smell your skin seizing
I need to taste your lips kissing
and
I need to touch your soul flying

Don’t be, can’t be, musn’t be
as ’simple’ as me …
WBY

Resim : The Five Senses – 1638 – Jacques Linard


8 Mart 2007
DÜNYA KADINLARI 
Bütün kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü 
kutlu olsun.(resim Fikret Mualla)
.
KADIN YÜZÜ

Kadın Yüzü Yaradan, kadın yüzü çizmiş sana eliyle,
İstek dolu sevgimin efendisi dilberi;
İnce kadın yüreğin öğrenmemiştir hile,
Bilmez kadınlardaki kancık döneklikleri;
Gözlerin daha parlak, kahpelikten yoksundur,
Neye bakarsa baksın altın yaldız kaplatır;
Erkeklerin en hoşu, en hoş şeyler onundur,
Erkekleri büyüler, kadınları çıldırtır.
Seni yaratmış olsa kadın olarak önce
Yaradan bile çılgın bir sevgi duyacaktı,
Ama bir hiç uğruna bir fazlalık verince
Varlığına doymaktan beni yoksun bıraktı.
Değil mi ki kadınlar için yaratmış seni,
Sen sevgimi al, onlar sömürsün hazineni

William Shakespeare

-bu şiir, bir kadın olarak böyle önemli bir günde benim erkeklere yönelik iltifatımı ve çok net anlaşılabileceği gibi kimi erkeklerin (açık, gizli, bazen de çok gizli) kadınlara olan nefretini sembolize etmektedir. Shakespeare için hayat kim bilir ne kadar zordu!


27 Nisan 2006

İNSAN

Kendimi hiç iyi hissetmiyorum.
gitmek, dönmemek, bıkmak, sıkılmak gibi
Neden benim için çok basit olanlar herkes için çok karmaşık ?
Neden herkes için çok basit olanlar benim için anlaşılmaz ?
Neden ?
insanların başı sonu neden -neden- gibi aynı değil.
Anarşizm kanımda dolanıyor,
paramparça etmek istiyorum sözdeki anlamsız saçmalıklar düzenini
aptallar oyunundaki herhangi bir aptal olacağıma
köyün delisi olmayı istiyorum
nefes almak, tüketilmemek
nefret etmemek,
lütfen Tanrım
ben sadece insan olmak istiyorum.


30 Mayıs 2006

AŞK

‘fakat ‘anka-yı lamekan’’sırrü,l esrar”kenz-i mahfi’

‘gaybü, l guyub’olan o ‘hakikatü’l hakayık’şu aciz aklımıza ebediyen mahcub kalacak o çehre, hiçbir vechile inkişaf edemeyecek bir ‘muamma’dır.

onun ne olduğunu hakkıyla bilemedik, bilmiyoruz ve hiç bilemeyeceğiz. halbuki ‘ber-ter ü vehm ü akl u idrak’olan bu ’sırr-ı mutlak’ ile ruhen temastayız, çünkü bizim nefs-i cüz’imiz o ‘nefs-i küll’den neşet etmiştir. onun ani ve fani bir cilve-i füsunudur. o didar-ı hüsnün perde ardından görünen bir gamze-i şuhanesidir. binaenaleyh hakikat-ı zatiyesini kemahi bilmekten, akıl ve cismimiz bizi me’yus bırakıyorsa ,o hakikat aklın, hissin havsala-i idrakine sığmaz da onun içindir. yine onun içindir ki aşktan tecelli-yi hakikatı ümid edebiliriz.

binaenaleyh bizim ile mebde ve maarifimiz olan o ‘şahid-i dil-rüba-yı hakikat’ miyanesinde yegane bir rabıta-ı ittisal varsa, ancak ‘aşk’tır.


6 Ekim 2006

ON BEŞ İŞ

On beş gün
On beş dev dalga
On altıncıyı bekleyemeden
önce ben gömüldüm sulara,
yoksa beraber mi kaybolduk kendi girdaplarımızda
belki tutabilseydim elini bir daha
sarılabilseydim senden taşan kaybolmuşluğa
kendimi yeniden tanısaydım teninin altında
bağırmasaydım sendeki taşkınlığa
alışmanı istemeseydim bendeki yanlızlığa
herşey çok farklı olurdu
Olur muydu ?
Öncesi ve sonrası unutulmuş
şimdiyi sadece hatırlasak
olur muydu ?
seni toplasam, temizlesem
ve hiç bırakamasam
olur muydu ?
ve sen hiç gitmesen
olur muydu ?


10 Ağustos 2006

EN SEVDİĞİM ŞİİR

.

ORTAK BİR IŞIK

Bekledik, gelmediler.
Açtık pencereleri, kulak kesildik seslere
gündüz ve gece,
taradık tek tek istasyona inen yorgun yüzleri,
ufuktaki lekelere ayarladık dürbünü:
Bekledik, kırık, gelmeyeceklerini
anladıktan sonra bile.

Görkemli geçmedi günler burada:
Sıradan, sade, dingin anlar kovaladı
sıradan, sade, kekre anları:
Yoktu büyük fırtınalar öyle,
büyük büyüler
kurulup çözülmedi bu yaz:
Her zamanki nedensiz hüzünler,
çocukların şaşkın falı,
biraz tatilde kasaba sosyalojisi,
biraz başI boş konuşmayla döndü takvimler.
Gözümüz yoldaydı gelmediler.

Odalara çekilip şiir okuduk içimizden:
Seferis ve Montale,
Akdeniz dolu dizeler,
hepsi genizden.
Durup dururken yürüyüşe çıktık
akşamları, durup dururken sustuk
yakalamıs gibi seyrek bir anlamı,
dağ köylerine çıkıp bir gün
öyküsünü dinledik süngerci
oğulların, unutulmus bir kadınla
konuştuk bir başka gün, tansıklar
izledi birbirini sonra: Bir atmacaya
baktık uzun uzun avının gözünden,
sağanak indirdik kavruk mevsimin
ortasına, bir yangını söndürürken
bir başkasını başlattık: Durup
dururken gelebilirdiniz, bekledik.

Hazırdı sofra:
Semizotu ve sarımsak,
elimizle topladığımız kekik, incir, nane:
Hazırdık sürdürmeye telaşı
ve coşkuyu bıraktığımız yerden.
Geçmişin nasıl geçtiğini,
nasıl geleceğini geleceğin soracaktık.
Dinmezdi ağrı üstüne gitmedikçe,
açılmazdı bu koyu sis tutmadıkça
kökünden ortak bir ışığı,
içinde olacaktık içimizdeki korkunun:
Bekledik gelmediniz.

Eksikti önemli bir şey,
başladığında dönüş,
bavulu kapatamadık.
Döndük odalara baktık yeniden,
aradık taşlık ve hayatta:
Neydi yitirdiğimiz anlayamadık.
Yarım bir duyguydu belki,
belki sürüp giden bir gündüşü,
kendimizde beslenmiş,
ötekinde sönmüş bir ateşti belki de,
eşiğine dayanıp göremediğimiz:
Bekledik, gelseydiniz.

Enis Batur

Bugüne kadar okuduğum, her okuduğumda nefesimi kesen, gözlerimi buğulandıran, içimi yakan en güzel şiir. Teşekkürler dayı.


31 Temmuz 2006

NE KADAR KOLAY

Günler geçiyor
Nefes alması ne kadar kolay
Seni hayal etmek ne kadar kolay
İkinci hayatımmışsın gibi
yokluğuna sarılmak ne kadar kolay

Sabah kahvemi yudumlarken
burnuma içimdeki kokunun dolması,
Güldüğümde baktığım gözlerin sadece seninkiler olması
Sesini dinlerken mutluluğu hissetmek ne kadar kolay

Ne kadar kolay, yanlız senin,
yumuşak saçların,
hareketli bedenin,
güzel ellerin,
ve akan kelimelerin.

You are so, so, so easy.
Treasures of East
and
pragmatism of west work in mysterious ways.
Luck, faith, destiny, time, patience, dreams, respect, knowledge and love …


25 Temmuz 2006

ABOVE THE CLOUDS

Hava ne kadar sıcak
Nem tenime dokunup kaçmayan yapışkan bir el gibi

Günler nasıl da çabuk geçiyor
Beklemediklerime hazırlıksız yakalanıyorum

Yüzüm bu aralar bir başka gülüyor
Düşünemediklerimin dalgasına bıraktım kendimi, gidiyorum

Yazmaya da pek mi düştüm ne ?
Sanki onsuz yaşam anlamını yitirecekmiş gibi

Yürümek de değişmişti farkettim bugün
Bir ayağım nerede ki
diğeri de herhalde
işte görüyorum;
onunla beraber şimdi,
bulutların üzerinde


17 Haziran 2006

ÖRÜMCEK AĞI 

Yazmayalım, silmeyelim, koşmayalım, coşmayalım
Hayat için bir defa bile gözlerimizi kapamayalım

Konuşmayalım sisleri dağıtmamak için,
Gülmeyelim kanımız daha hızlı akamaz diye,
Anlamayalım yıldızlardaki büyük kaçışı
Durmayalım durup durmazken duramayacağımızı varsaymayarak

Sonra
lütfen sevmeyelim kimseyi, hiçbirindekine aşık olmamak varken

Düşünmeyelim hala, kafamızda istekler birbirini kovalamazken

Sonunda
hep ama hep olumsuz olmayalım,
olamadığımızda sanki yarın da var olamayacağımızı inatla zannetmezken

Doğu, batı, güney, kuzeyi katmayalım
merkezden kimse teğet geçmediğini itiraf etmezken

Beyinlerimizin aynı, bedenlerimiz farklı olmadığını söylemeyelim
Bilmeyelim tenlerin değmediği, nefesler kesilmediği anların kıymetini
korkmayalım kaybetmemekten,
geçmeyen dakikalar, seçmeyen saflıktan

Hey gidi dünya !
bakmamalı mıyım söyle,
acaba
benim dibim mi, yoksa seninki mi benimkinden daha kara ?


15 Haziran 2006

SENİ SEVİYORUM 

Herkes müzikle hayatını yazmalı,
dokunup kaçanları,
kalıp dağıtanları,
bekleyenleri umutsuzca,
unulanları sessizce
ben tek tek yazdım notalara günleri
her biri, her gün, her dakika defalarca yaşansın diye
ve sen bir melodi olmalıydın
hiç unutulmamalıydın kulaklarımdan da uzakken
hep kalmalıydın, hep çalınmalıydın
ah! sen hep benimle olmalıydın


30 Mart 2006

BAKMAK VE GÖRMEK 

İçimdeki üretme dürtüsünü bitiren çelişkiler
Bütünlüğe giden yolda eksiklen yaratıcılık
Mutluluğun gerisindeki tükeniş
Görebilmekten bıktığım için körleştirmek zorunda olduğum öngörüm

Nasıl anlatabilirim sana dakikaların arkasında saklı asırları
Kelimelerimin yankılandığı sonsuzluktaki çaresizliğimi
Umrumdaki tek kişinin sen olduğunu
çünkü sende kendimi bulduğumu

Aptallarla ve aptallıkla uğraşmaktan sıkıldım
Lütfen bana yaklaşmasını istemediğim dünyalarla beni karşılaştırma
İsmini yazdığım gözlerinin önündeki evrenim eğer sana yetmiyorsa
O zaman mısralarımın gerisinden ellerine uzanan ellerimi sakın unutma


3 Ocak 2006

İSTANBUL’U GEZİYORUM GÖZLERİM KAPALI 

Dünyanın her yanından turist olarak gelenlerin birçoğumuzdan daha fazla İstanbul’u gezdiğini, İstanbul hakkında bilgilendiğini düşünüyorum. Benden çok daha önce bunu düşünenler İstanbul içi ve çevresini tarihsel-kültürel olarak tanıtan ve konusunun uzmanlarının rehberlik ettiği turlar düzenliyor.

Ben de sözkonusu turların birkaçına bugüne kadar katıldım. İlerleyen zamanlarda da işin ehilleri ile İstanbul’u gezmeye devam edeceğim. İşte bu gezilerim hakkında kısa kısa notlar;

Adım Adım Beyoğlu-1

Rehberimiz öğretim görevlisi Sezai Gülşen, konusuna o kadar hakim ki yarım saatlik yemek molası dışında sabahın 10′undan, akşamüstü 6′ya kadar durmaksızın onu takip ederek Tophane, Galata, Karaköy’yı köşe bucak dolaştık.

Gezdiğimiz yapıların mimari özelliklerinden, tarihsel geçmişlerine, şimdiki kullanıcılarından, olası geleceklerine kadar bilgi dağarcığımızı büyüttük.

Tophaneden başlayan gezimizde Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Kemankeş Caddesi yapıları, Türk Ortadoks Patrikhanesi ( kilisenin papazları ve cemaat bize çay ve kurabiye ikram ettiler ), Süryani Vaftizci Yahya Kilisesi, Rus Kilisesi, Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi, Saint Benoit Kilisesi ve Manastırı, Yeraltı Camii’ni gördük. Karaköy’e geldiğimizde Karaköy Palas, Ziraat Bankası Binası, Rüstem Paşa Hanı, Aşkenazi Tofra Begadim Sinagogu başlıca anlatım konularıydı.

Galata kapsamında ise Fatih Bedesteni, Sokullu Mehmet Paşa Camisi, Saliha Sultan Sebili ve Çeşmesi, Arap Camii, Voyvoda Caddesi, Kamondo merdivenleri, Ceneviz Podestanı, Saint Pierrre Hanı, Saint Pierre ve Paul Kilisesi, Beyoğlu ( İngiliz Hastanesi )’ni ve Galata Kulesi’ni inceledik.

Camii ve kilisesilerin hemen hemen hepsinin içine girerek içindeki cemaatler ile konuştuk. 15-20 kişilik bir grubumuza sık sık meraklı halk da katıldı.

Adım Adım Beyoğlu-2 de ise Galata Kulesi’nden Taksim Meydanına kadar olan Beyoğlu’nun üst bölümü tanıtılmakta.

Boğaziçi ve Yalılar

Boğazın her iki tarafındaki nefes kesen yalıları birbirinden ilginç hikayeleri ile tanımak istiyorsanız Prof. Dr. Murat Belge’nin rehberliğindeki bu geziye ilkbahar ve sonbahar aylarında mutlaka katılmalısınız.

Program sabah saat 10′00′da Kabataş’tan başlıyor. Gezi motoru Boğazın Avrupa kıyısı boyunca ilerleyerek öğlen vakdi Anadolu Hisarı’nda mola veriyor. Dönüş yolunda ise Anadolu tarafını yine ağzından bal damlayan Murat Belge’nin davudi sesinden dinliyorsunuz.

Hikayelerini dinleyeceğiniz bazı yalılar :

Marki Necip Bey Yalısı, Amucazade Hüseyin Yalısı, Ethem Pertev Bey Yalısı, Halil Ethem Paşa Yalısı, Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı, Kont Ostrorog Yalısı, Sait Halim Paşa Yalısı, Nuri Paşa Yalısı…..

Fener ve Balat

Fener ve Balat günlük gezimizin de rehberi Adım Adım Beyoğlu-1 gezisinde olduğu gibi öğretim görevlisi Sezai Gülşen’di.

Başlama noktamız eski Tekel fabrikası, şimdinin Kadir Has Üniversitesi oldu. 2005 Avrupa En iyi Restorasyon ödülünü almış olan üniversitenin içindeki inşaat esnasında şans eseri bulunan su kemerleri hepimizi çok etkiledi. Gördüklerimiz hepimizi “İstanbul surları içinde nereyi kazsak birşeyler çıkacak” diye düşündürdü.

Ardından Fener Rum Patrikhanesi, Gül Camii ( Ayia Teodosia Kilisesi ) Fener Rum Lisesi, Ayia Maria Kilisesini gezdik. Tarih boyunca ağırlıklı olarak Musevilerin yaşadığı Balat semtinde sokaklar arasında yürürken Agora Meyhanesi, Yanbol Sinagogları, Ahrida, Ferruh Kethuda Camii, Balart Sanat Evi, Rum Erkek Lisesi, Moğollar Meryemi Ayazması, Dimitri Kandemir Evi, Aya georgios Kilisesi, Aya Stefanoz Bulgar Kilisesi, Cibali, Cibalikapı, Ayakapı, Cibali Karakolu gördük ve rehberimiz tarafından sürekli bu yaşayan tarih hakkında bilgilendirildik. Gezimiz şu an restore edilmekte olan muhteşem Anemas Zindanları ile bitti.

Her katılılan İstanbul gezisi ile yaşadığınız şehri daha fazla hissetmeye başlıyorsunuz. Dilerim siz de Fener – Balat günlük gezisine katılacak zaman yaratabilirsiniz.


2 Nisan 2006 

DANS 

En sevdiğim dans parçaları

World, hold on ( chidren of the sky ) – Bob Sinclair featuring Steve Edwards
2. Wrong – Everything But The Girl ( Deep Dish Remix )
3. Love don’t let me go – David Guetta
4. Why go ? – Faithless featuring Estelle
5. You got the love – The Source featuring Candy Station
6. Flashdance – Deep Dish
7. Born Slippy – Underworld
8. My my my – Armand van Helden
9. The strangest thing 97 – George Micheal
10. Killer / Papa was a rolling stone – George Micheal
11. True Faith – New Order
12. Spinning the wheel – George Micheal
13. Regret – New Order
14. Night out – Royskopp
15. Unfinished sympathy – Massive Attact
16. Ice ice baby – Vanilla Ice


14 Eylül 2006 

NIGHTS PASS WITHOUT ANY REST IN MESS IN THIS NEST

and the mess in detail … I’m the only one missing in the photo :)
Well I’m in front of the thick book (still), half lying, half sitting in such an impossible position on my unbelievably uncomfortable chair that the only thing I’ll do will be to congratulate myself if I can manage to stand up without any bone damage.
I’m listening to Massive Attact. Music is the guilty one, putting me in this mood and
POSITION IMPOSSIBLE

 


16 Mart 2006
RAMON CASES I PERE ROMEU EN UN TANDEM
Ramon Casas ( 1866-1932) 19. yüzyıl sonlarında Modern Sanatın Katalanlar arasındaki en tanınmış ve beğenilen temsilcilerinden biri haline gelmiş. Art Nouveau’ (Yeni Sanat)nun resime getirdiği ifade özgürlüğünü 1897 tarihli “Ramon Casas i Pere Romeu en un tándem” (Ramon Casas ve Pere Romeu tandem üstünde) de görebiliyoruz. Resmin küçük reprodüksiyonu benimle çalışma masamı paylaşıyor. (Resimdeki karikatürümsü yaklaşım klasik ekolün katı kuralcılığını kırıyor)

31 Mart 2006
VINCENT VAN GOGH

Bahar Dalları erkek kardeşinin ilk çocuğunun doğduğumu sonrasında yeğenine ithafen Vincent Van Gogh tarafından yapılmıştır.

Amsterdam’da Van Gogh Müzesini gezerken en etkilendiğim iki yapıtından biridir (Diğer favorim “Geyşa” aşağıda). Doğanın canlanışının habercisi baharların beyazlığı, gözyüzünün mavisinin duruluğu ve esere hakim olan saflık sizi resmin karşısında dakikalarca tutabilecek güçte.

Vincent Van Gogh 7-8 yıllık kısa resim hayatında kesik ve özensiz (!) fırça darbeleri, rengin ton katmanlarını temalaştırabilmesi, karşıt renkleri tuvaline aktarışı, değişik perspektif anlayışı, uyguladığı uzak doğu teknikleri ile döneminde gerçek farklılığı yakalayabilmiş (ve reddedilmiş) sayılı ressamdan biri.

Bin kişinin yanlış demesi, yapılan işi yanlış kılmaz.

.

İyi ki doğdun Vincent Van Gogh

.


30 Haziran 2006

KAZAN

Sabahın 8:30′undan gecenin 12:00’sine kadar bilgisayar başındaydım. 16 saat……. ve hala, ama bu sefer blog için bilgisayar başındayım. Vasiyetim şudur ki ”lütfen beni solumda bloğum, sağımda bilgisayarımla gömün”.

Yarın sabah erkenden maniküre-pediküre gideceğim ardından işe. Bitmez ise pazar da işyerinde olacağım. Harika bir haftasonu ! Aslında ofiste benim oturduğum yönetim bölümü bomboş oluyor. Şirket uzun koridorun öbür tarafında. Joy FM’i açıyorum, harika çalıyor, sayfalarca yazıyorum, kitap karıştırıyorum, yine yazıyorum, çiziyorum, hesaplıyorum … kafam kazan gibi oluyor.

Bugün ayın 1′i. Babamın yaşgünü. 63′ü bitirdi.

Kafam başka konularla çok meşgul olunca bloğumu ihmal ediyorum.

Şimdi yatmaya gidiyorum. Biraz radyo dinlerim ve sızarım herhalde. Yine hava çok sıcak ve nemli. Karşı yurt tıklım tıklım. Camımda demir olmasına rağmen hırsızlardan korkuyorum, camı açık bırakamıyorum. Dört yıl önce ben uyurken evime hırsız girdi. O sırada camda demir yoktu tabii. Hatta geceleri camı açık bile bırakıyordum. Şimdi düşündükçe ne genişmişim diyorum. Üst komşum Ahmet sabahın 5:30′unda kapıyı çalınca “çıldırdı galiba” demiştim. Kapıyı açınca “İpek abla evin penceresinden adamlar dışarı çıktı” dediğinde düşüp bayılacaktım. Verilmiş sadakam varmış. Adamlar kesinlikle beni bilen birileri. Aynı gece sokaktaki üç tek yaşayan insanın evine girmişler. Bende birşey bulamadılar tabii. Dağınık olmanın faydaları. Altın niyetine olan her şey dört bir tarafta olduğu için, elleri bomboş çıkmışlardır. Tek zayim yeni aldığım walkmandi.

Aaaaa… bu yurtta da her gece başka başka antika insanlar kalıyor. Şimdi de saz söz başladı… “hiç ayrılamam derkeennnn, kavuşmak hayal olllddduuuuuu”…


21 Ocak 2006

REMBRANDT VAN RIJN (1606-1669)

Doğumu ve Resim Eğitimi ( 1606 – 1626)

Felemenklerin Altın Çağının en önemli ressamı sayılan Rembrandt Van Rijn 15 Temmuz 1606′da Leiden’de dünyaya gelir. Çalışan sınıfa mensup, hali vakdi yerinde olan değirmenci Harmen ve Cornelia’nın 8. çocuğudur. Rembrandt doğduğunda 17 yıldır evli olan çift artık genç değildir ve Rembrandt anne babasını hep Kitabı Mukaddes’e özgü çökmüşlük hali içinde görmüş ve resimlerinde böyle betimlemiştir.

Tanrıbilim, klasik edebiyat ve tarihe ağırlık veren bir ortaöğrenim görür. Bir süre Leiden Üniversitesine devam ederse de oradan ayrılarak Jacop Isaacsz van Swanenburg’dan ( 1571-16389) ders alır. Genç Rembrandt resim eğitiminin başlarında Felemenklerin o dönemde en önemli sanat okulu sayılan Lucas van Leyden’in (1494-1533) kurduğu Leiden Okulu’nun ayrıntıları yeniden yaratan ve geleneksel dini temalardan esinlenen ‘incelikli resim’ üslubunun etkisi altındadır.

1620′lerde Avrupa, Roma’dan gelen Michelangelo Merisi Caravaggio’nun (1572-1610) devrimci resmi ve Barok üslubunun hızlı ve etkili gelişimi ile bir renk ve hareket cümbüşü içine girer. Bu dönemde Rembrandt’ın resim eğitimi üç ana etki arasında devam eder;

  • Koleksiyonları için yapılmış büyük boyutlu, Flaman ressam Pieter Paul Rubens’in ( 1577-1640) başı çektiği çektiği İtalyan akımı ve Anvers Okulu’nun etkisindeki büyük tarihsel resimler
  • Sıradan evlerin duvarlarına göre yapılmış küçük boyutlu, incelikle yapılmış Felemenk’lere özgü eğilim
  • Kalvenci din anlayışı ile Kitabı Mukaddes üzerindeki kişisel yorumları teşvik eden yoğun bir Yahudi varlığının etkisi

Rembrandt resim eğitimi için Amsterdam’a geçer. 1623′de Jan Pynas’ın ( 1583/4-1631) atölyesinde çalışır. Ardından 1624′te Pieter Lastman’ın (1583-1633) atölyesinde kaldığı altı aylık süre sonunda resim eğitimi sonlandırır. Lastman, Roma etkisi altındaki oturmuş ve yüksek kaliteli resmi ile Rembrandt üzerinde kalıcı izler yaratır. Rembrandt Lastman’ın dinsel ve mitolojik sahneler üreten çok ciddi ve gösterişli üsluptaki resimlerinin detaylarına inerek çalışır, konularını ve kompozisyonlarını sabırla kopyalar. Çizim tekniğinde olabildiğince geniş sahneler yaratmada Lastman sayesinde ustalık kazanır.

Resim Kariyerinin Başlangıç Yılları (1627-1632)

Lastman’nın yanından ayrılarak 19 yaşında Leiden’e dönen Rembrandt ile kendisi gibi acemi ve Lastman’dan bir süre ders alan Jan Lievens ( 1607-1674) ortak bir atölye kurarlar. Üslupları, seçtikleri konular ile birbirlerine çok yakın çalışan bu iki ressam, aynı modelleri kullanır, birbirlerinin portrelerini yaparlar. Her iki ressam da Leiden’in ‘incelikli resim’ geleneğini yansıtan resimlerine İtalyan öğelerini de katmışlardır.

Şubat 1628′de Rembrandt 15 yaşındaki Gerrit Dou’yu (1613-1675) ilk öğrencisi olarak kabul eder. Öğrencilerin ödedikleri ücretler gözönüne alındığında bu durum bir itibar göstergesidir. Dou, Rembrandt 1632′de Amsterdam’a geçene kadar onunla kalır. Dou ilerleyen yıllarda Leiden “inceci ressamlar”ının öncüsü olacaktır. Bu dönemde Rembrandt’ın Leiden’den yürüyerek Amsterdam’a (40 km) götürdüğü bir tablosu 100 guldenden fazla paraya alıcı bulur.

Rembrandt ile ortağı Lieven’in kariyerlerindeki dönüm noktası 1628′de Constantijn Huygens’in atölyelerine gerçekleştirdiği ziyarettir. Huygens Oranje Prensi Fredirck Hendrik’in danışmanı ve Felemenk’in en etkili ve kültürlü simalarından biridir. Huygens Lievens’i açık fikirli ve yaratıcı, Rembrandt’ı ise daha üstün ve özel bir yeteneğe sahip olarak tanımlar. Bu ziyaretten sonra bir kaç yıl boyunca iki ressamın hamisi gibi davranan Huygens Lievens’in İngiltere’ye taşınmasına, Rembrandt’ın saraydan siparişler almasına ve yapıtlarının uluslararası koleksiyonculara tanıtılmasına yardımcı olur.

Altın Yıllar ( 1632-1642 )

1630′da babasını kaybeden Rembrandt, 1631′de resim piyasası ile çok iyi bağlantıları olan Amsterdam’lı resim komisyoncusu Hendrick van Uylenburch ile tanışır. Uylenburch ona karlı bir işbirliği teklifi yapar ve Rembrandt 1632′de Amsterdam’a taşınır.

O sırada gelişen bir ticaret limanı olarak Amsterdam dünyanın dört tarafından gelen ve Avrupa’nın başka hiçbir yerinde bulunmayacak bolluk ve çeşitli malları satan gemiler, dükkanlar ve pazarlar ile doludur.

Rembrandt bir süre yanlızca portre resimine ağırlık verir. Karakterin betimlenmesinin ve psikolojik durumların yansıtılmasının getirdiği sorunları, ışık-gölge karşıtlığına (chiaroscuro) dayanan bir biçimsel anlayış içinde çözümleme olasılıklarını aratıştırır. Biçimlerin vurgulamak istediği bölümlerini tek kaynaktan gelen bir ışıkla aydınlatarak (chiaro) belirgin kılar, konu ve biçim bakımından gereksiz gördüğü bölümleri ise belli belirsiz, karanlıkta (oscuro) bırakmıştır. Küçük boyutlu resimlerinde olgunlaştırdığı bu anlayışlı ilerleyen tarihlerde büyük boyutlu kompozisyonlarında da uygulamıştır. Aşağıdaki grup portresi, benim de en sevdiğim resimlerinden, gündelik hayatta yakın arkadaşı da olan Dr. Pulp’u arkadaşları ile resmettği “Dr Pulp’un Anatomi Dersi-1632″ kullandığı tekniğin yansıdığı döneme özgü güzel örneklerden.

Bu resimde alışıla geldiği gibi Dr. Pulp ve arkadaşlarını tek sıra halinde, simetrik bir düzen içinde resmetmek yerine, simetrik olmayan üçgen bir kuruluş şemasını yeğleyerek gelenekten ayrılır. Resim sadece bir grup portresi olmanın ötesinde sadece ağır ceza işleyenlerin vücutlarının kesilebileceğine inanılan Ortaçağ’da yapılan ve günahkarların ölüm sonrasında cezalandılışını konu alan ‘momento mori’ türünün de bir örneğidir. Resim ayrıca bilimin bilgisizlik ve kör inanç karşısındaki zaferini de temsil etmektedir.

Rembrandt 22 Temmuz 1634′de ortağı ve aracısı van Uylenburch’un evinde tanıştığı, ölen Leuwarden şehrinin belediye başkanının zengin, kültürlü, gösterişli ve oldukça utangaç kızı Saskia ile evlenir. Hayal gücü, eğlence ve tensel doyum üzerine kurulu olan bu karşılıklı sevgi, değirmencinin oğlu olan Rembrandt için ayrıca toplumsal statüsünde yükselme anlamına geliyordu. Rembrandt berabelikleri boyunca Saskia’yı birçok kez duvaline yansıtmıştır. Yine benim en sevdiğim resimlerinden ” Saskia ve Kendi Portresi – 1635 ”

Çiftin büyük mutluluk ile başlayan evliliği Rembrandt’ın savruk, gösterişe düşkün ve müsrif yaşamı, ilk üç çocuklarının iki aydan fazla yaşamayarak ölümleri ve Rembrandt’ın kadınlara düşkünlüğü nedeniyle ilerleyen zamanlarda gölgelenecektir.

29 yaşında Rembrandt yaptığı evlilik sonrasında hem toplumsal statü, hem de bir ressam ve gravürcü olarak saygın meslek sahipleri ve yüksek sosyetenin üyeleri kadar zengin bir adam haline gelir. 1635 yılında Amstel kıyısında şık bir eve taşınır, büyük bir depo kiralayarak burayı atölyeye çevirir ve öğrenci kabul etmeye başlar. Constantijin Huygens ile olan yakınlığı sayesinde Lahey saray çevresi ve sosyeteden yoğun siparişler alır. Rembrandt’ın hayatındaki belki en akıllıca davranışı herhangi bir dini inanışa karşı özel bir sempati sergilememesidir. Bu sayede kozmopolit bir yapıya sahip olan Amsterdam’da Katolikler, Mennonitler (Hıristiyanlıkta aşırı pasivist bir mezhep), Yahudiler, Kalvenciler (Katolikliğe karşı olan ve Protestanlığı başlatan iki reformist Martin Luther ve John Calvin’den, Calvin’in görüşlerini takip edenler oluşturulan Protestanlığın bir kolu), Baptistler (Protestanların aşırı tutucu kolu) gibi farklı cemaatler için çalışabilmiştir.

Yeni ve değişik her şeye karşı özel ilgi, bitmek tükenmek bilmez merak ve resmettiği her şeye sahip olma arzusu yaptığı bütün resimlerde görülen özellikleridir. Bu bakımından Amsterdam şehrinin renkliliği ve çeşitliliği ressamın resimlerinde bir duygu ve görüntü sağnağı haline dönüşür. 17. yüzyıl Felemenk yaşantısının iki yüzü vardır. Bir tarafta toplumsal hiyararşiye saygılı, uygun davranışlara özen gösteren, ağırbaşlı, kontrollü aile yaşamı, diğer tarafta her gün yabancı limanlardan birbir çeşidin sel gibi aktığı bolluk ortamı. Avrupa Otuz Yıl Savaşları (1614-1648 – Protestanlar ile katolikler arasındaki çekişmenin neden olduğu genel bir Avrupa savaşı. Savaş esas olarak Almanya’da yer aldı) ile sarsılırken Felemenk Avrupa’nın refah içindeki mutluluk adası gibidir. Ancak 1630′lu yıllarda Amsterdam’ın bu ortamında en tanındık simalarından biri haline gelen Rembrandt’ın yeni ve değişik her türlü şeye ve ayrıca antikaya olan merakı maddi anlamda çok da uzun olmayan bir süre sonra çöküşüne neden olacaktır.

Gravürleri : Rembrandt dünya üzerine gelmiş geçmiş en iyi gravürcülerden biridir. Konularının çeşitliği, tekniği ve anlatımdaki ustalığı ile bu alanda nefis ürünler vermiştir. Küçük tür desenlerini, her biri ufak ayrıntılar içeren büyük ve ayrıntılı kompozisyonlar izlemiştir. Resme farklı işlevler yükleyen bu metal baskı çalışmalarını figüratif çalışmanın zorlu bir alanı olarak görmüştür. Siyah-beyaz, ışık-gölge karşıtlıklarından kaynaklanan olanakları, baskı mürekkebinin kendine özgü siyahlığını bu türde yenilik sayılacak etkiler yaratmak için sıradışı bir şekilde kullanabilmiştir. Rembrandt’ın klişeleri hazırlamadaki ustalığı, işlem için gerekli kimyasal çözeltiler üzerindeki mükemmel hakimiyeti ve önemli sayıdaki kopyayı aynı anda üteretebilmek için yeterli bilgisi, ona zanaatını öğretirken de gravürlerden yararlanmaya itmiştir. Rembrandt kazancının büyük bir bölümünü de bu gravürlerden elde etmiştir. Aşağıdaki 1639 yılına ait kendi gravüründen bu konudaki ustalığını rahatça görebiliyoruz.

2006 yılında Rembrandt’ın 400. doğum yıldönümü nedeniyle 70-80 eserden oluşan Gravür Sergisi bütün Avrupa’yı -Türkiye hariç- dolaşacak; şu an dolaşıyor. Ben çok şanslıyım ki bir Rembrandt hayranı olarak Barselona’da bu sergiye denk geldim. Amsterdam’a da gitmemin ana nedeni Rembrandt’ın en önemli orijinallari ile karşılaşmak, yaşadığı ortamı hissedebilmekti. İlginç olan onca turist dururken bir adam benimle Rembrandt üzerine uzun bir anket yaptı ve bir Türk olarak Rembrandt hakkında bilgime şaşırdı. Ülkemi iyi temsil ettiğimi düşünüyorum. :-) En son isim kaydederken Türkiye Avrupa içindeki ismi yazılan ülkeler arasında yer almıyordu. Son iki şık vardı : Avrupa içinde diğer bir ülke , Avrupa dışında bir ülke. Adam bana baktı ve “Avrupa içinde bir başka ülkeyi” işaretledi. Ben de hafifçe güldüm, adamın yanından ayrıldım…

Rembrandt’ın resimleri için “dış etkilerden uzak, doğaçlamadır” yakıştırmalarını yapamayız, tam tersi onun eserlerinde rönesans ve barok sanatını takip ettğini rahatça görebiliriz. Ancak İtalya etkisindeki birçok meslektaşının yaptığını kendisi uygulamaz; Roma’ya seyahat etmeyerek, Amsterdam resim ortamında Roma’dan gelen gravür, resim ve taklitleri yakından gözlemlemeyi tercih eder.

Rembrandt zamanının ve enerjisinin önemli bir bölümü atölyesinde ve yetiştirdiği öğrencileri ile geçmiştir. Hepsi birbirinden yetenekli öğrencilerine büyük emek sarfetmesinin yanında, onlara verdiği kendisi ile çalışabilme imkanına karşılık onlardan yüklü paralarda kazanır. Eski bir depodan dönme atölyesinde öğrencilerine birbirlerinden bağımsız bölmeler hazırlar, onların kendisine ait olan özel teatral kostüm ve aksesuvarları kullanmalarına izin verir, canlı kompozisyonları çalışmak için ise hepsini bir araya getirir.

Rembrandt’ın bir önemli tutkusu ise tiyatrodur. Amsterdam’ın canlı ortamında dikkate değer eserler ortaya çıkmakta, Kalvecilerin sahne sanatlarına aşırı kuşkulu yaklaşımlarına rağmen, bir çok sabit veya gezici tiyatro toplulukları festivaller veya pazar yerlerinde sahne alabilmektedir. Oyuncuların pozları, ifadeleri, kostümleri Rembrandt’a resimlerinde büyük ilham kaynağı olur.

Rembrandt 1632-1639 arası Amsterdam içinde birçok ev değiştirir ve sonunda kendisine yüklüce bir meblağa mal olan ve şu anda da Amsterdam’da müzeye çevrilen evini 13000 guldene taksitle satın alır. Evini alırken, döşerken ve içinde yaşarken yaptığı büyük masraflar Rembrandt’ı iflasın eşiğine taşıyacaktır.

17. yüzyılda Felemenk’in gerek yönetsel, gerekse ekonomik başarılı gelişim süreci ulusal ve kentsel dayanışma bilinci uyandırır. Bu bilinç, üyelerinin birbirini koruduğu ve yardımlaştığı tüccar ve zanaatkar loncaları kurulumu sonucunu getirir. Gerçek bir aristokrasiye sahip olmayan Felemenk toplumunda yüksek çevreler kendilerini bu yüksek örgütlenmeler yolu ile kabul ettirmişlerdir. Böyle bir örgütün başkanlığını yapmak büyük prestij kaynağı idi ve örgüt merkezlerinde sergilemek üzere pek çok sanatsal işler ve grup portreleri yatırılırdı. Rembrandt’ın da pek çok önemli eseri bu tip loncalar, belediye meclisleri ve diğer kentsel örgütlenmelere ait grup portrelerdir. ( Yukarıdaki “Dr. Pulp’ın Anatomi Dersi” de bu grup portrelerinin dikkate değer örneklerindendir.)

Gece Nöbeti : Rembrandt’ın baş yapıtı sayılan 1642′de tamamladığı “Gece Nöbeti” de söz konusu grup portrelerinin en güzel örneğidir. Üslup bakımından portrelerindeki erişilmez canlılık, ayrıntılarla zenginleştirdiği kompozisyonlar ve Rönesans Venedik resmini anımsatan renk derinliği ile tam bir sentezdir. Rembrandt’ın en büyük ölçekli resmi olan Gece Nöbeti’de Yüzbaşı Banning Cocq’un milis kuvveti resmedilmiştir. Bilindiğinin aksine resim bir gündüz sahnesi olarak betimlenmiştir. Birliğin merkezi için yapılan portrenin ücreti, resimde yer alanların 16’sı tarafından konumlarına göre değişen miktarlarda ödenmiştir. Resimdeki küçük kızın varlığı tartışmalara neden olmuştur. Öndeki Cocq’un geçit törenine hazırlanışı alışılagelen durgun portrecilik geleneğinin aksine, hareketli bir sahne olarak resmedilmiştir.

Yıldızın Sönüşü ( 1642-1657 )

Rembrandt’ın parlayan yıldızı birbiri ardına yaşadığı ve hiçbir zaman telafi edemeyeceği kayıpları nedeniyle hızla söner. Anne, babası, Saskia’nın kız kardeşi, doğduktan kısa bir süre sonra kaybettiği üç çocuğunun ardından Rembrandt hayatının en büyük kaybını yaşar: Eylül 1641′de vaftiz edilen oğulları Titus’u dünyaya getirdikten sonra vereme yakalanan Saskia, doğumdan kaynaklanan fiziksel güçsüzlüğünün de eklenmesiyle bir daha toparlanamaz ve 14 Haziran 1642′de henüz 30 yaşında iken ölür.

Saskia’nın ölümünün yarattığı üzüntünün ötesinde Rembrandt dokuz aylık oğlu Titus ile başbaşa kalır. Bir süre sonra Rembrandt evi çekip çevirmesi ve Titus’a bakması için bir çiftçinin dul eşi Geertje Direx’i işe alır. Geertje cahil ancak sağduyulu, sağlıklı haliyle Saskia’nın tam tersidir ve çok geçmeden Rembrandt’ın metresi olur. Amsterdam’ın tutucu Kalvenci toplum anlayışı içinde tam bir skandal olarak nitelendirilen durum Rembrandt’ın dindar topluluklarla ilişkilerinin kopmasına neden olur. Aşırı pahalı ve gereksiz şeyler satın alır, dönemin ev hidjeni kurallarına çok aykırı hayvanları evinde beslemeye başlar. Bu tutumları nedeniyle kendi ülkesindeki ünü lekelense de, yabancı müşteriler çalışmalarına ilgi göstermeye devam eder.

Saskia vasiyetinde servetinin yarısını oğlu Titus’a, diğer yarısını ise başka bir kadınla evlenmemesi şartı ile Rembrandt’a bırakmıştır. Kural dışı müsrif hayat tarzı ve müşterilerinin değişen zevkleri Rembrandt’ın zor zamanlar yaşamaya başlamasına neden olur. Kısa süre içinde dostları ve öğrencileri de onu terk eder. 24 ocak 1648′de Geertje yazdığı kendi vasiyetnamesinde bütün mal varlığını Titus’a bırakır. Ancak tam bu esnada Rembrandt’ın Hendrickije Stoffels ile olan ilişkisi ortaya çıkar. Bu olay üzerine Geertje Rembrandt’ı “kendisini evlilik vaadiyle kandırdığı” gerekçesiyle mahkemeye verir. Rembrandt yılda 200 gulden geçimlik ödemesi koşulu ile ’suçsuz’ bulunur. Ardından Rembrandt Geertje’yi Saskia’nın mücevherlerine el koymak ile suçu ile mahkemeye verir. Uzun süren dava 23 Ekim 1649′da sonuçlanır ve Geertje kadın ıslahevine konur, fakat Rembrandt yılda 200 guldeni ödeme yükümlülüğünden kurtulamaz. Hayatım boyunca beni en çok etkileyen resim, 19 yaşımda Rembrandt’a olan hayranlığımın başlangıcı, aşağıdaki 1654 tarihli “Banyo Yapan Kız” da Rembrandt’ın modeli Hendrickije Stoffels’dir.

İngiltere ile girişilen savaşın getirdiği ekonomik durgunluk alacaklılarının Rembrandt üzerindeki baskılarının artmasına neden olur. 1639′da satış bedelinin dörtte birini ödeyerek aldığı evinin son ödemesini etrafında kalan son bir kaç yakın dostundan toparlar. Faizleri ile toplam borcu 9000 guldene yakındır. 1654′de Hendrickije rembrandt’dan Cornelia adını vereceği bir kız çocuk doğurur. Müşterilerin bazılarının resimlerini beğenmeyerek almamaları ve paralarını geri istemeleri ressamı maddi krize sokar. Rembrandt evinin mülkiyetini Titus’un üzerine geçirmeye çalışır ama başaramaz. Temmuz 1656′da mal varlığının resmi dökümü çıkartılır ve Eylül 1656′da bütün malvarlığı 600 gulden gibi komik bir rakama satılır. Şubat 1658′de evi de açık arttırmaya çıkartılır ve 11218 guldene satılır. Bu satış acılı ve kasvetli bir dönemin sonu olur. Hendrickije zor günleri umulmadık bir metanet ile karşılar.

Sona Doğru (1658 – 1669)

Rembrandt’ın meslek birlikleri ile olan ilişkileri kısmen düzelir ve yeni siparişler almaya başlar. Bu süreçte kendisindeki Saskia anısını yaşatan, taparcasına sevdiği sarışın, zarif ve zeki oğlu Titus’u her fırsat bulduğunda tuvaline çeşitli portrelerini yaparak aktarır. Titus’da babasının bu yoğun sevgisine karşılık vermiş, babasının maddi olarak zor zamanlarında ürettiği çözümlerle hep yanında olmuş, Rembrandt’ın Saskia’dan sonraki en büyük ilham kaynağı haline gelmiştir.

Rembrandt, 1663′de vasiyetinde kendisini onun karısı olarak adlandıran son hayat arkadaşı Hendrickije Stoffels’i kaybeder. Bu dönemde ressam alacaklıları ve ödemesi gereken vergilerle başa çıkabilmek için çeşitli yollara başvurmuş ancak hiçbir çabası sonunda Saskia’nın da mezarını satmaktan onu kurtaramamıştır. Bu arada uslubuda giderek Tiziano’ya yaklaşmaktadır. Sanki bitmemiş, adeta taslak halindeki resimler aslında tümüyle tamamlanan, sadece üzerlerinden geçilmemiş, rötüşlenmemiş, boyanın kalın fırça darbeleri ile kullanıldığı eserlerdir.

Rembrandt’ın ekonomik açıdan en kötü, Amsterdam’ın da ahlaki nedenlerle tümüyle sırtını döndüğü günlernde bile kendisine sözleşmeyle bağlı olarak çalışan istekli öğrencileri, “çırakları” her an etrafında olur. Diğer ressamlara kıyasla çok daha fazla genci yetiştirmiş olsa da öğrencilerinin pek azı kendi tarzını yaratarak ün kazanabilmiştir. Çoğunluk öğrencisi tıpatıp Rembrandt’ın çizgisinden devam edmiş, hatta onun resimlerinin kopyalarını veya sahte imzalı versiyonlarını yaparak satmışlardır. Bugün dünyanın önde gelen müzelerinden oluşturulan uzmanlar ekibi Rembrandt Araştırma Projesi çerçevesinde onun gerçek resimlerini seçme ve ayırma çalışmalarını yürütmektedir.

Titus ergenlik çağına geldiğinde annesinden kalan mirası almaya hak kazanır. 10 şubat 1668′de ise annesi Saskia’nın kız kardeşinin yeğeni Magdelena van Loo ile evlenir ve genç bir baba adayı olur. Ancak Eylül 1668′de Titus ani bir şekilde ölür. Rembrandt yıkılır. Rosengracht’daki evde bir kaç parça eşya ve Hendrickije’den olan 15 yaşındaki kızı Cornelia ile tek başına kalır. Yorgundur, zor geçinmektedir. 1699 yılının 22 Martında Tituz’un kızı titia dünyaya gelir. Ne yazık ki şanssız küçük kız babasından kısa süre sonra da annesini kaybedecektir.

Rembrandt kederler içindeki hayatının son aylarında kendisini resme vermiş, son eserlerinde kendi imgesini tuvaline yansıtmıştır. Rembrandt’ın 1699′daki ölümü Felemenk Altın Çağı’nın sonunun habercisidir adeta. Bu tarihten sonra Felemenk hayat tarzı ve resminde büyük değişiklikler olacak, Fransız etkisi her alanda kendisini gösterecektir. Kısa süre içinde Felemenk dünyasına özgü canlılık yitirilecektir.

Rembrandt hayatı boyunca 600′ü aşkın yağlıboya, 300 metal gravür baskı ve 2000′e yakın desen olmak üzere çok sayıda eser vermiştir. Onun biçim anlayışının temel dayanağı ışıktır. Işık onun gelişme dönemi resimlerinde biçimsel öğeleri düzenleyen, aşırı dramatik etkiler yapan, özellikle dinsel konulu yapıtlarında simgesel niteliğe sahip olan bir araçtır. Olgunluk dönemi eserlerinde ise, figürlerin kendi renklerinden bağımsız ve her şeyi çevreleyen gizemli bir titreşim içerisinde olduğu görülür. Bu ışık çoğunlukla resmin içindeki bir kaynaktan gelir ve konuya göre nitelik değiştirir. Ama genelde içsel gerilimlerle, dış görüşün arasındaki çelişkiyi ön plana çıkaracak özellikliktedir.

Rembrandt’ın dinsel ve tarihsel konulu resimlerinin dışında çıplak kadın figürlerinde insancıl tutumunun en içten anlatımları ile karşılaşırız. Onun çıplaklığı İtalyan geleneğinin klasik ölçülerinden yoksundur. Batı sanatındaki nü türünden ayrılabilecek resimlerde, çıplaklığı raslantısal olanla birleştirebilen kadın figürleri sergilenmiştir. Genelleştirilmedikleri ya da idealleştirilmedikleri için her biri kendi vücut özelliklerini taşır.


30 Mart 2006 

İYİ HAFTALAR 

Yarın bütün gün bilgisayar başındayım. Çarşamba fabrikada olacağım. Perşembe sabah web tasarımı kursuna, akşamı Akbank Oda’nın konserine gideceğim. Cuma sabah web tasarımı kursu sonrası ben, Özlem ve Harun Bey günün geri kalanında İnsan Kaynakları yazılımı üzerine çalışacağız. Cumartesi ertelediğim annemle alışveriş programı var. Pazar iki film üst üste yapmayı planlıyorum. Böylece haftayı satır başları ile bitirdik. Bu arada akşamları da yazı yazıp, üç beş sayfa birşeyler okusam iyi olur. Herkese iyi ve verimli haftalar dilerim.


27 Mart 2006 

NEREDESİN? 

Hiç Beşiktaş’daki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim ve Heykel Müzesi’ne gittiniz mi? Gitmediyseniz en kısa sürede yolunuzu oraya düşürün. Müzenin içindeki saklı hazineyi kaçırmayın. İki müze kıyaslandığında İstanbul Modern’deki koleksiyonun cılızlığını farkedeceksiniz. Bu paha biçilmez koleksiyonun sergilendiği Dolmabahçe Sarayı’nın uzantısı yapının içinde bulunduğu perişan durumu yaşayın. Kapısında sadece bir güvenlik görevlisinin beklediği ‘Allah’a emanet’ eserler için dua edin. Ben eğer sanat düşmanı bir insan olsaydım, şu an o bütün Osman Hamdi’ler paramparça olabilirdi veya elimdeki bir şişe suyu İbrahim Çallı’ların, Fahrinüsha Zeid’lerin üzerine boca edebilirdim.

Güvenlik Görevlisi Atatürk’in vasiyeti üzerine müzeye girişin bedava olduğunu söylediğinde “Herhalde içeride hiçbirşey yok” dedim kendi kendime. Evet ya….hiçbir şey yoktu : En az ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ kadar güzel 10′a yakın Osman Hamdi, Şeker Ali Paşa, Aliye Berker, İbrahim Çallı, Halife Abdülmecit Efendi, Hikmet Onat, Mihri Müşfik, Feyheman Duran, Zerrin Bölükbaşı, Cedvet Dereli, Halil Göreli, Eşref Üren, Eren Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Şefik Bursalı, Fikret Mualla, Nurullah Berk, Şemsettin Arel, Sabri Berkel, Nurullah Berk, Abidin Dino, Fahrelnissa Zeid, Arif Bedii Kaptan, Orhan Peker, Nejad Devrim, Burhan Doğançay, İbrahim Örs, Cemil Eren, Ömer Uluç, Adnan Çoker, Sadi Çalık, Refik Epikman, Utku Varlık, Mehmet Güleryüz, Nuri İyem, Neşet Günal, Neş’e Erdok, Gürkan Coşkun ( Comet ) ve niceleri …

Güvenlik Görevlisi bütün koleksiyonun 2000 eserin üstünde olduğunu, bunun ancak 250’sinin sergilenebildiğini söyledi. “Neden hiç güvenlik görevlisi yok?” siye sorduğumda, gülerek ” kimse dolaşmaya gelmiyor ki ” diye cevap verdi. 2005 yılında toplam 5000 küsür kişi gezmiş müzeyi. Picasso sergisini dört ayda Türkiye’nin her yerinden 250 bin kişi dolaştı. Türk Güzel Sanatları için ne acı … Resimlerin kime ait olduğunu belirten küçük kimlik kartları A4 üzerine bilgisayardan çıkartılmış kağıtlardı. Kağıtları kesip duvara uhu ile yapıştırmışlar. Tanrım biz bu kadar mı eserlerimizi sergilemekten aciziz !!!

Hata kimde ? Erkan Mumcu Kültür Bakanı iken defalarca söz vermiş binanın restorasyonu için. Geçenlerde Abdüllatif Şener ziyaret etmiş müzeyi. İki trilyonluk ödenek vaadetmiş. İnanalım mı? Peki üniversite idari kadrosu ne yapıyor ?

On gün kadar önce kendisinden düzenli kitap aldığım aslen arkeolog olan bir kitapçımla sohbet ediyorduk. Öyle birşey anlattı ki şok oldum. Dolmabahçe Sarayı’nın tepesinde Özal’ın İstanbul’a hediyesi olan ( ! ) Swiss Hotel inşaatı sırasında tepelerden herkesi şaşırtan yere diklemesine yerleştirilmiş tüpler bulunmuş. Tüpler dipten tünel şeklinde saraya uzanıyormuş. ‘Bunlar ne’ falan demeye kalmadan hepsini söküp atmışlar. (bence başları belaya girmeden alelacele yok etmişlerdir. Yoksa tahmin etmez mi Avrupalı onların ne olabileceğini ?) Daha sonra anlaşılmış ki o tüpler Dolmabahçe Sarayı’nın neme karşı korunması için yapılmış havalandırma bacalarıymış. Bu bacalar sayesinde Saray nemin çürütücü etkisinden korunuyormuş. Zaten denize kaymakta olan yapı şimdi yoğun nem nedeniyle içten içe çürüyor.

İşte böyle zamanlarda çok kızıyorum kendi kendime, çaresizliğime. Ne yapabilirim diye düşünüyorum? Kimin umrunda bina çöküyormuş, orada nefis eserler varmış. Ben ‘Nasıl bir yerde yaşıyorum’ diyorum.:(

NASIL BU KADAR DEĞERSİZLEŞTİRİLEBİLİRİZ KENDİ ÖZ KIYMETLERİMİZİ? NASIL BU KADAR HAR VURUP HARMAN SAVURABİLİRİZ? BİLİNÇSİZ, KÜLTÜRSÜZ VE BOŞ BİR TOPLUM OLMA YOLUNDA NASIL BU KADAR AZİMLE İLERLEYEBİLİRİZ? NEFESİM KESİLİYOR, SİNİRDEN VE HIRSTAN ATEŞ BASIYOR HER TARAFIMA, KALBİM DELİ GİBİ ÇARPIYOR, İSYAN EDİYORUM. ATA’M NEREDESİN ?

Yukarıdan aşağıya : Osman Hamdi ( Mimozalı Kadın ), Rahmi Eyüboğlu, Abidin Dino ( acıyı resmetmek ), Nuri İyem, Neşet Günal ( Baba Oğul ), Fikret Mualla, Fahrelnissa Zeid ( Yaşamın Üç Şekli )


5 Nisan 2007 

DÜN ANNEANNEMİ KAYBETTİK 

LEMAN BATUR (1923-2007)

2006

 

BİRLİKTE GEZERKEN, Ekim 2006

Güle güle anneanne, bizi yine şaşırttınız, aniden dedeme kavuştunuz. Ben sizi; dostluğumuzu, pazar rituellerimizi, kahkahalarımızı, bana olan sevginizi ve düşkünlüğünüzü çok ama çok özleyeceğim…

1923 Leman Kantörün doğum
1940 Erenköy Kız Lisesi
1942 Dedem Muhsin Batur ile evlendi
13.11.1944 Kızı Emel doğdu.
25.07.1952 Oğlu Enis doğdu.
19.11.1967 Kızı Emel evlendi.
23.04.1972 Ben doğdum.
25.09.1999 Dedem vefat etti
04.04.2007 Anneannem vefat etti.

GÜLE GÜLE ANNEANNE, DEDEMİ BENİM İÇİN ÖPÜN


17 Şubat 2006

SENE 1988 … SENE 2005

3-C Sınıfı ( Sol aşağıdan yukarı 3. beyazlı ben :) )

SENE 2005

İstanbul……North Shields Nişantaşı………… 1989 T.E.D. mezunları buluşması

Soldan sağa : Aslı (Valideçeşme ahalisinden), Musal (Ayşe – Valideçeşme ahalisinden ve komşu), Aral (Valideçeşme ahalisinden – ben – parmağını Tolga’nın gözüne sokmaya çalışan), Cenker. Alt sıra sağdan sola : Tolga Güngör

Musal ve Aral – iyisiyle kötüsüyle kaçıncı seneyi devirdik Musal?…20 kaç ?


Canım çok sıkılıyor. Konsere de gitmedim. Çok ama çok sıkılıyorum. Sıkıntı ve mutluluklarım adına 6 parametre belirleyelim: Ben, Aile, O, İş, Arkadaş, Çevre

İşte sıkıntılarımın sıralı listesi : (detaya girmiyorum)

1. Ben
2. Ben
3. Ben
4. O
5. Aile
6. İş
7. Çevre
8. İş
9. İş
10. Aile
11. İş
12. Arkadaş
13. İş
14. Çevre

İstatistiksel olarak bakıldığında sıkıntılarımın % 36’sı iş kaynaklı.

Peki ya mutluluk kaynaklarım?

1. Ben
2. Aile
3. Ben
4. İş
5. Ben
6. Arkadaş
7. İş
8. Arkadaş
9. Ben
10. İş
11. Çevre
12. Ben

Mutluluk kaynaklarımın % 42’sinin kaynağı “Ben” olduğuma göre, bu da genel anlamda kendimle barışık olduğumu gösteriyor.

Bu çalışmadan özellikle bir parametrenin hayatımdaki ağırlığının, kararlarımdaki yönlendiricilik gücünün ne kadar düşük olduğunu çok net görülebilmekte : “O”

Sonuç 1: Düşündürücü ve sonuçlar aslında -iyi veya kötü- “benim genel hayat politikam”
Sonuç 2: Desteğe ihtiyacım var. Kendi kafam en doğru çözümleri üretmeye yetmiyor.
Sonuç 3: Yavaş yavaş acele etmem lazım.

Durumu özetleyen parça Spoon‘dan geliyor;

The way we get by (tıklayın, youtube’a geçecek)


8 Aralık 2006 

BAVUL 

Yazayım, yazmayayım … yazayım, ne yazayım, … yazıp da ne saçmalayayım, … Orhan Pamuk’un babasından kalan bavulu var, benimse hiçbir şeyim yok gibisinden mi kaygılanayım, … belki de ben de bana bir bavul bırakılmasını beklemeden kendime bir bavul, olmadı bir sırt çantası alayım? …. diye düşünüp duruyorum … metaforlar bir yana, Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü konuşmasını beğendim. Yani neredeyse kitaplarını okuyacak kadar oldum. Kimbilir okuyadabilirim. Cevdet Bey ve Oğullar, Beyaz Kale ve Sessiz Ev dışındaki kitaplarını okumadım. Okuduklarımı beğenmiştim. Kalanları okumamamın çeşitli nedenleri var. Bu nedenleri yazarak vakit kaybetmek istemiyorum. Orhan Pamuk’u okumak veya okumamak üzerine de ayrıca bir düşünce etabı yaşayacağım gibi görünüyor. Edebiyat, siyaset, tarih, gerçeklik, hayal gücü, yaratıcılık, araştırmak, saçmalamak, bozuk Türkçe gibi girdiler üzerine zihnimde sanırım oldukça uzun bir yürüyüşe çıkmalıyım.

Çember.net’e uzun süredir girmemiştim. Dün posta kutuma gelen bir mesaja öylesine tıklayınca yine kendimi moderatörü olduğum Yeme-İçme Forumu’nun içinde buldum. Bu arada yılın yüz karası olarak Mutfak Kültürü Atölyesi’nden devamsızlık ve ‘ödevlerimi yapmadığım’ gerekçesi ile atıldığımı paylaşmak isterim. Utanıyor muyum? Hayır. Ben baştan söyledim: Yemek yapmayı sevmiyorum ve sevmemeye de devam edeceğim. Bu dünyaya bazıları yemek yapmaktan keyif alacak şekilde programlanarak gelmiş olabilir ama ben bu kitleye dahil değilim. Her neyse, Çember.net’e girip iki, üç mesaj bırakmak hoşuma gitti, bunu tekrarlamalıyım diye karar verdim.

Biraz önce Erkan’la msn’de yazıştık. Eğer o akşam programını ayarlayabilirse Taksim’e şarap içmeye gideceğiz. Umarım ayarlanır çünkü şu an sıkılıyorum ve hava almaya ihtiyacım var. Kendimi bilgisayar kölesine dönüştürdüm resmen. Cumartesi günü de atacağım kendimi sokağa sabahtan, müze gezeceğim. Koç Müzesi’ndeki Da Vinci sergisine hala gitmedim. SSM’ne de Cengiz Han sergisi geldi. Gezmeliyim, görmeliyim, şaşırmalıyım, “Bak şu adamların işine” demeliyim, hayran olmalıyım, kafam yüzyıllar öncesine gitmeli….. sonra “Ama o zamanda tuvalet kağıdı yoktu” deyip eski zamanlarda yaşama hülyalarımdan apar topar geri dönmeliyim …. evet ayan beyan görülüyor ki “Ben bu aralar -biraz- sıkılmışım”.

Genel anlamda hayatımdan memnun olmakla beraber, saç diplerimin altındaki kemik yapısının gerisinde pirelerin zıplayıp, hoplayıp, dans ederek, parende atıklarını ve hatta arada “la lal lalalal la la” şeklinde şarkı dahi söylediklerini hissedebiliyorum. Buna gerçek hayatta -biz normal insanlar- “yaşam coşkusu” diyoruz ancak eklemeden de duramıyoruz: “Akacak kan yerinde durmaz ” = “akacak İpek’in yerinde durabildiği görülmüş mü?”… hmmm… hmmmmm…. akayım akayım da nereye ? …. ben en iyisi hafta sonu kendime üç, beş konser, tiyatro bileti alayım. Kedim Lulu (artık Kurtköy’de bir hemşirenin yanında yaşamına devam ediyor) evden sokağa çıkıyorum diye başkalarının dairelerine camdan girer, evlerini dolaşır, her tarafı tüy yapar, insanları korkuturdu. Başkalarının evlerinde dolaşmak ona sokakta dolaşmaktan daha büyük mutluluk verirdi. (Sonunda üç komşumun kapıma gelip şikayet etmelerine neden olmuştu) Ben de kendimi bir parça Lulu’ya benzetiyorum. Lulu evlerde, ben de kendi kafam dışında başkalarının kafalarında (yazarlar, sanatçılar, oyuncular, politikacılar, … ) dolaşmaktan büyük zevk alıyorum. Kitaplar, konserler, tiyatrolar, sergiler benim bu nedenle çok hoşuma gidiyor. Eserleri üreten insanların kafaları ile beni buluşturuyor. Acaba bu bir çeşit asalaklık olabilir mi? İnsanlar otomobiller gibi. Otomobilleri çok seven biri için, düşünsenize milyarlarca marka, model var … bir ömür ne kadarı ile karşılaşmaya yeter ki? … Seçici olmam gerek.

Belki de ben gerçekten artık evlenmeliyim ve çocuklarım olmalı. Ufff … bilmiyorum … çok zor işler bunlar, aptallaşmaya çok müsait, duygusal konular … bilmiyorum. Bakın, ben demiştim yazının başında “ne saçmalasam” diye. İşte başladım saçmalamaya. Bunu kaç defa müzakere ettik İpek? Bir insanın evleneceği varsa evlenir, yoksa evlenmez. Üstünde çok durmaya gerek yok. Toplumsal kalıplar veya yaradılış gereği şeklindeki şartlanmalara kapılmalı mıyız? Hayatta bazı şeyler bireyin kontrolü dışındadır. Bunlardan en önemlisi ise evlilik kurumudur. Dönüyoruz dolaşıyoruz yine aynı yerde takılıyoruz. Neden?


15 Kasım 2006 

ORAYA BURAYA DÜŞTÜĞÜM NOTLAR 

01.11.2006
Gün saçma sapan başladı. Bilgi İşlem geçen hafta serverda öyle bir güvenlik ayarı yapmış ki hotmail hesabıma bile giremez hale geldim. Terslik bu ya, hata bende herhalde deyip hiç gerekmezken şifre değiştirdim. Değiştirdiğim şifreyi sistem kabul etmedi, bir daha değiştirdim, bir daha değiştirdim. Sonunda hesabımı hangi şifrenin açacağı bir muamma haline geldi. Derken hatanın benden değil, serverdan kaynaklı olduğunu öğrendim. Sinirlendim, Bilgi İşlem Müdürü’ne avaz avaz bağırdım. Biraz önce Harun Bey geldi, “hesabınıza girebilirsiniz” dedi. Ben de ondan bağırdığım için özür diledim ama özürümü kabul etmedi. Uffff…..sonuçta hotmail hesabıma girdim, problemlerim halloldu ama Bilgi İşlem Müdürümüz bana çok kırgın. Gidip ona çikolata alacağım. Harun Bey en sevdiğim çalışma arkadaşlarımdandır. İleri zeka olup, altın gibi bir kalbi vardır.

Bütün gün mülakatlarım var. Samet Bey “İşi çok iyi bilen, maliyeti düşük, -köle vasıflı!!!- bir İthalat Uzmanı” istiyor. İstemesi kolay … Bakalım bulabilecek miyim? Ayrıca gün boyunca iki arada bir derede şirketlerden birinin Genel Müdürü ile 2007 İK Bütçesi, Yönetim Kurulu üyelerinden biri ile de Topluluk 2007 İK Bütçesi çalışmam gerekiyor.

Hava hala berbat, hafta sonuna kar gelecek dedi dün televizyon, akşama David ile buluşuyoruz…

02.11.2006
Benim için yoğun bir gün başlıyor. Sabah kahvemi koydum ofise gelir gelmez. Bilgisayarı açtım ve işe başlamadan yazıyorum.

Dün gece David ile G-Mall’a gittik. Yemek yedik ama sonrasında filme gitmedik. Bütün gece sohbet ettik. Her konuda konuştuk; o, onun ailesi, benim ailem, Türkiye, Amerika, dünya, tarih, onun işindeki sıkıntılar, benim hayatım, onun hayatı…. eve döndüğümde saat gece yarısını geçmişti…

06.11.2006
Saat 21:50. Annemlerden biraz önce geldim. Annem ve babam, ikisi birden rejime girdiği için akşam yemeği olarak salata ve yoğurt yemek durumunda kaldım. Sonra hepimiz Türk kahvesi içtik, annem benim zorumla falıma baktı.

Yarın 13 kişi ile görüşmem var. Bütçe uzman yardımcısı arıyoruz. Ondan sonra da üretim mühendisi görüşmelerim olacak. 23-26 yaş grubu gençler ile ne konuşabilirse artık … Böyle junior pozisyonların mülakatları pek bir tatsız tuzsuz geçer. Ben en çok yönetici görüşmelerini severim. Geçen hafta Samet Bey’le bir danışmanlık firmasına gittik. Gizli bir pozisyon arayışı içindeyiz; 4 aday vardı. 2’si vasat ama 2’si süperdi. Biri Türk Philips’ten, diğeri Yazaki Otomotiv’den. Akıllı insanları seviyorum … Bu arada Samet Bey’in St. Joseph’den birincilikle mezun olduğunu öğrendim ve bu bilgi çok hoşuma gitti.

07.11.2006
Bütçe Uzman Yardımcısı pozisyonu için 13 kişi ile görüşmem bitti. 3 iyi aday buldum. O nedenle çok keyifliyim. Keşke elimde üç pozisyon olsa hepsini de alabilsem işe. Adaylardan biri Bilkent Endüstri Mühendisliği – burslu mezunu ve Bütçeci olmak istiyor. Onun adına ilginç ama çok güzel bir seçim. Mühendisler Bütçe gibi sayı ve sonuç odaklı işlerde çok verimli çalışıyor. Çamlıca İnşaatın Bütçecisi Tarık’da İ.T.Ü. Endüstri Mühendisliği mezunu. Topluluk Mali İşlerine Endüstri Mühendislerini dolduruyorum. 🙂 Perşembe günü de fabrikaya gidecektim Üretim Mühendisi pozisyonu için, servis bozulmuş. Zaten hava da o kadar soğuk ki, bir bakıma sevindim ertelemeden dolayı, fabrika soğukken korkunç oluyor.

Ayşe Arnavutköy’deki yeni evine taşındı. Çok güzel olmuş. Çok sıkıntı çekmişti ev sahibi yüzünden Valideçeşme’de, sıkıntısının mükafatı gibi olmuş yeni evi. 5 Kasım Ayşe’nin yaşgünü. Bir parti verdi. Fena geçmedi. Yanlız insanlar gerçekten çok saygısız ve pis. Yakın arkadaş diyorsun, adam yerine koyuyorsun, yerlere kül silkenler mi dersin, yemek veya içecek döküp oralı olmayanlar mı? Her neyse, saat 12 gibi ben eve döndüm. Sigara dumanı çok boğucu oluyor, daha fazla dayanamadım.

Saat 17:30 oldu. Masamı toplayıp bilgisayarı kapatacağım. Evde yiyecek hiçbir şey yok, yoldan bir şeyler alacağım. Geçen gün de Dubrovnik’ten aldığım şarabı açtım. 14,2 derece, tanen seviyesi sevdiğim oranda, meyve aromalı çok değişik bir şarap çıktı. Bilseydim böyle güzel çıkacağını 2-3 şişe alırdım.

08.11.2006
Öğlen oldu, zaman nasıl geçti anlamış değilim. Günlerden çarşamba, haftasonu geliyor, şaşırıyorum, 2006′nın bitmesine günler kaldı.

Sabahki görüşmem iyi geçti. ODTÜ’lü biriydi. Muhtemelen çok para isteyecek, bakalım…Bütün öğleden sonra excel tabloları ile uğraşacağım.

Yurtdışı turlarının en ucuz tarifeleri Aralık ve Mart’ta olur. Gazatelerde sayfa sayfa ilanlar var. Geçen sene örneğin Barselona’ya bu şekilde çok ucuza gitmiştim. Şimdi de gözüme Endülüs turu takıldı. Gemi seyahati nedeniyle vizem var. 300 euro tur bedeli ve 6 taksit yapıyorlar. 4 gece, 5 gün. Gitsem mi ? Diğer taraftan da bu turlar hep tekrarlıyor ve Endülüs’te kaçmıyor, üstelik daha yeni gemi seyahatinden döndüm, … abartıyor muyum ? Birde 4 gün izin almam gerekecek. … bilemiyorum … doğrusu olan iznimi Londra’ya gitmek için kullanmayı tercih ederim.

Ecevit’i devlet mezarlığına gömebilmek için bugün meclise yasa teklifi veriliyor, cenazesi de 11 Kasım’da kalkacakmış. 10 Kasım’ın ertesi ve AKP’nin Ankara’da büyük kongresinin olduğu gün. Ankara’da çok hareketli saatler geçecek herhalde. 13 Kasım’da annemin yaşgünü. Hafta sonu anneme hediye almam lazım. Ayrıca Cumartesi günü Pera Müzesi’ndeki Rembrandt eskizleri ve kara kalem çalışmaları sergisine gideceğim. Hoş, o sergiye Barselona ve Amsterdam’da gitmiştim ama olsun. 2006 yılı Rembrandt’ın 400. doğum yıldönümü. Söz konusu eskiz, kara kalem çalışmalar sergisi bütün Avrupa’yı dolaştı ve ben üç noktada sergiyi yakalamış olacağım.

09.11.2006
İthalat Uzmanı görüşmelerinin sonrasında teklif götürdüğüm aday işi kabul etti ve pazartesi başlıyor. Nasıl rahatladım anlatamam. Elimde 3 pozisyon daha var doldurulacak, sonrasında 2006′yı kapatacağım. Biraz önce saydım, bu sene işe 18 kişi almışım. Hiç fena değil.

Excel tablolarımla uğraşmaya devam ediyorum. Gelecek hafta korkunç geçecek. Her gün iki bölüm ile toplantıya gireceğim, sabah ve öğleden sonra olmak üzere. 2006 kapatıyoruz, iş, hedef, yetkinlik puanlamaları falan filan … Salı günü ise ‘kesin’ fabrikaya gidiyorum. Hem mülakatlarım var, hem de toplantılar.

Şu an İstanbul’da Autoshow devam ediyor. Ablam, enişte ve yeğenim Eda haftasonu kalmak üzere bana geliyorlar. Burak otomobillere bakmaya gidecekmiş. Cuma gecesi bende olacaklar. Dün gece annemlerdeydim. Annem “Cumartesi günü sen, ben, Başak ve Eda fotoğrafçıya gidip toplu resmimizi çektirelim” dedi. Bence harika bir fikir. 3 nesil bir arada. Fotoğraf çıksın hemen blog sayfama koyacağım, bir tanesini de evimde çerçeve içine. Ailenin erkekleri için ayrı bir fotoğraf yok. Ama eğer Alp’te bizimle gelirse belki 3 kardeş de ilk defa bir arada bir fotoğraf çektiririz. Böyle aile fotoğrafları çok güzel hatıra oluyor.Başak’la benim kolej döneminden kalma resimlerimiz var, bakıp bakıp gülerim hep. Dün hafta sonu için planlarımı yazmıştım, hepsi değişti. Eğer matineye yetişebilirsem Almodovar’ın filmine bu akşam gitmeyi düşünüyorum.

Bu aralar beni heyecanlandıran bir başka projem ise şirkete kütüphane kurulması. Bütçem olacak ve gidip kitapçıları kaldıracağım :) Hatta kütüphaneyi de odama
kurmayı düşünüyorum. Öbür türlü kitaplar birer ikişer yok olur. Aslında kimsenin de benden başka kitap okuyacağını zannetmiyorum ama olsun…


13 Kasım 2006 

İYİ Kİ DOĞDUN ANNE 

Şöyle baktığımda geçmiş iki aya, seyahat notlarım dışında uzun uzadıya birşeyler yazmamışım. Yazacak çok konu mutlaka ki yaşanmıştır ama ekran başına oturacak kadar dikkatimi toplayamamış olabilirim. Bazen dakikaların adımları bizlerin yetişemeyeceği kadar hızlanıyor; onu mu yakalayım, kendim mi toplayayım, yoksa boşver, vur patlasın, çal oynasın misali iplerimi mi boşlayayım bilemediğim zamanlar diyelim geçen iki ay için. İyi oluyor ara ara, saldım bayıra mevlam kayıra :)

Oldu Kasım ortası, bugün annemin yaşgünü. İyi ki doğdun anne :) 62 bitti, 63′den gün alıyorsun artık. Anneme ayakkabı aldım bayıla bayıla. Alırken içimden bir ses kıvrandı “Bir numara büyük al, bir numara büyük al”. ”Aaaa git başımdan” dedim sağduyuma ters ters. Ne oldu? Elbette ki küçük geldi. Tebrikler İpek! Ne sıkıcı bir andır o. Hevesle hediye kutusu açılır, gözler parlar mutlulukla, derken uymayan kalıba ayak yerleştirilmeye çalışılır ısrarla, yüz kızarır, bozarır ve yere doğru bükülmüş gövde belirgin bir mağlubiyet edası ile doğrulur, “Küçük geldi galiba” der cılız ve hayal kırıklığı dolu ses. “Evet galiba,…üzgünüm anne :(” olarak dökülür lüzumsüz kelimeler ağzımdan ve yaşgünü merasimi benim adıma olabildiğince kekre bir şekilde sonlanır.

2006′nın sonuna geliyoruz yavaş yavaş. Aralık ayının önemini ‘benim ilk olarak blog sayfalarına kayıt düşmeye başlamam’ şeklinde özetleyebiliriz. Bunun için ayrı bir tören yapacağım:) Ben kendimi bildim bileli defterlere, sayfalara, olur olmadık her yere birşeyler yazarım. Yazar ve çoğunu da kaybederim. İşte blog sayfaları kendime karşı olan bu umursamazlığımı, dağınıklığımı frenledi, beni sistematize etti, düşünce ve yaşam akışımı tarihsel olarak arşivledi, kısacası kafamın içinde İpek’i çok rahat izler getirdi. Peki bu neyi mi sağladı? Tabii ki kendimi tekrar etmememi, kendime ve hayata yönelik araştırıcı ve geliştirici kimliğimi pekiştirmemi, analitik olmamı, inanılmaz boyutlarda eğlenmemi ve en önemlisi ise dünya ile buluşmamı. ‘Teknolojiyi seviyorum’ derim hep; blog, yazı ile görüntüyü ilk başta beynimde birleştirdi, ardından da ekranda ve beni hiç düşünemeyeceğim ufuklara taşıdı. Bir kısa paragraf yazabilmek için ekran veya kitapların başında geçen saatlerin keyfini sanırım ancak benim gibi o saatleri göz kırpmadan harcayabilenler anlar. Düşünüyorum da, son bir yıldaki serbest zamanlarımın yüzde 50’si blog sayfamın başında geçmiştir herhalde. Sosyalleşme ortamlarının yeknesaklığını, sığlığını, anlamsızlığını kırmanın en güzel yolu insanın kendi beyninin sınırsızlıkları içine dalmasıdır bence. Bu uçsuz bucaksız gezime araç olan Blogger.com’a teşekkür ederim, iyi ki varsın:)

Yarın fabrikaya gideceğim için 05:45′de kalkmam gerekiyor. Mülakatlarım ve toplantılarım var. 13′ünde başladığım bu yazıyı 14 Kasım itibariyle noktalayacağım. Acaba bir kahve mi koysam kendime, uykum kaçar mı? Saat kaç olmuş ? … 00:22 … Ne çabuk geçmiş zaman. Henüz yazmaya başlamıştım. Sanırım hiç kahve içme girişiminde bulunmadan direkt yatsam daha iyi olacak.


2 Ocak 2006

TİYATRO PENCERESİ 

İstanbul Şehir Tiyatroları oyuncularının sergilediği ve Haldun Dormen yazdığı müzikal “Kantocu” için Dormen “Cumhuriyetten önce ve Cumhuriyetten hemen sonra sahnelerimizde türlü sıkıntılar çekerek bizlere bu aydınlık yolları açmış sanatçılarımızı saygı ve sevgi ile selamlıyor, onlara “iyi ki varsınız” demeye çalışıyoruz.” ifadelerini kullanmış.

Çok geniş va başarılı bir kadronun neşe içinde oynadığı oyundan bulaşan mutluluk ile sokağa fırladım. Çığırtkan rolündeki Mert Turak, Mari rolündeki Selen Uçer ve Rula rolündeki Selma Kutluğ’u çok beğendim.

Baba
Şehir Tiyatroları’nın sahneye koyduğu “Baba” İsveç’li oyun yazarı August Strinberg’e ait.

Toplumdaki kadın-erkek dengeleri, aile içindeki anne-baba-çocuk diyalogları, karı-koca ilişkileri, iktidar savaşları üzerine çok gerçekçi bir oyun. Baba ” Adolf ” (Kahraman Acehan) ev içindeki kadınlar hakimiyetinden dolayı ( karısı, kayınvalidesi, dadısı ) bunalmıştır. Kızının bu kadınlardan uzak, özgür benlik ile yetişmesini istemektedir. Oysaki karısı Laura ( Nilgin Kasapbaşoğlu) kocasının bu düşüncelerine şiddetle karşıdır. Bir çocuk üzerinde en çok kimin hakkı vardır? Bu çatışma o boyuta ulaşır ki ( bu aşamada kadınların bizans oyunları kapasitesini izliyorsunuz ) Laura kocasının bir “deli” olduğuna herkesi inandırır. -Sözde- deli olan kocasını -gerçekten- delirtmek için onu en zayıf damarından vurur; her kadın annedir ama acaba her baba “gerçekten” baba mıdır ? ( tabii oyun yazıldığı dönem olan 19. yüzyılda DNA testleri yoktu !!! )

Bütün oyuncular özellikle Kahraman Acehan ve Nilgün Kasapbaşoğlu’nun performansları çok iyi.

Kobay
Birkaç yıl önce Rumeli Hisarı Tiyatro Günlerinde gitmiştim Ali Poyrazoğlu’nun “Kobay” oyununa. Son derece hüzünlü ve etkileyici oyun bilimsel deneylerde kobay olarak kullanılan Down sendromlu bir çicekçinin öyküsünü anlatıyor…( Boğazdan arabesk çalarak geçen gezi motorlarının eşliğinde izlemek zorunda kalmıştık, o derece ki, bazen Ali Poyrazoğlu’nun sesini duyamadık. O gün, bugün Rumeli Hisarına oyun izlemeye gitmedim )

Ali Poyrazoğlu’nun İş Sanat’ta “Ben Eskiden Küçüktüm” oyunu sergileniyor şu an ama takip ettiğim kadarıyla bu sezon “Kobay”ı hiç sahneye konmadı.

Ful Yaprakları
Civan Canova Türkiye’de geçen ama evrensel kültüre hitap eden bir oyun yazmış. ( Türk kültürünün bağrından kopmuş bir oyun değil !! ) Üç karakterin sahne performansları; Madonna (Özlem Güveli), Kadın (Özden Çiftçi)ve Richard (Musa Uzunlar) ve kurgu bence başarılı. Dekor ve kullanılan teknoloji de oyuna “farklı” sıfatını katıyor.

Civan Canova: “‘Ful Yaprakları’nda günümüz insanının, sanal dünyanın “chat” ortamına sürüklediği yalnızlığını sahneden bilgisayarlarımıza taşımakta. İnternet aracılığıyla, sahte kimliklere bürünüp, olmak istedikleri gibi görünen insanların öyküsünü anlatırken, sesleri çıkmadığı halde, hayata haykırmaya çalışanlara ulaşmakta. Bu arada, seyirciyi hiçliğin kıyısında dolananların var olma uğraşlarıyla, hayatlarını yeniden yazma çabalarıyla yüzleştirmekte,” diyordu.

Sersemler Evi
İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sergilenen Toby Wilsher’in İstanbul hayatına uyarlanmış “Sersemler Evi” yaratıcı, eğlenceli, çok iyi kurgulanmış. Beden dilleri ve maskeler çok başarılı. Değişik bir oyun izlemek isteyenler mutlaka gitmeli.

Kanlı Nigar
İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Kanlı Nigar oyunu günümüze uyarlanmış hali ile müzikal, espirileri ile bayağı hoş vakit geçirtiyor ancak ses düzeni bir felaket, çoğunlukla şarkıların sözleri anlaşılmıyor. ( İlerleyen tarihlerde gittiğim Kantocu müzikalinde ses düzeni iyiydi. Belki de o güne özgü bir aksaklık yaşanmıştı) Bu durum bazen gerçekten can sıkıcı boyuta ulaşıyor ve sizi oyundan soğutuyor. Doğrusunu söylemek gerekirse Zihni Göktay’ın performansı ne kadar iyi ise, Ayşe Kökçü (Sarıkaya) Kanlı Nigar olarak bir o kadar memnuniyetsizlik yaratıcı idi.

Savaş ve Kadın
Harvard mezunu amerikalı psikolog ile savaş sırasında yaşadığı tecavüz sonrasında hamile kalarak akli dengesini yitirme boyutuna gelmiş bir bosnak kadının savaşı, Yugoslavya’yı, balkanları, Avrupa’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni : bütün dünyayı ve sistemi aralarında gelişen dostluk sürecinde sorgulamaları…

Şehir Tiyatroları’nın sahnelediği Savaş ve Kadın Romen oyun yazarı Matei Vısnıec’e ait. Başrollerde boşnak kadını Aslı İçözü, amerikalı psikolog Kate’i Gülen Karaman canlandırıyor. Muzaffer Berişa ise oyun boyunca akordiyonu ile bize balkan ezgilerini getiriyor. Düşündürücü, hüzünlendirici, güzel bir oyun.

Oidipus Sürgünde
Şahika ve Esat Tekand’ın kurduğu Studio Oyuncularından tek kelime ile muhteşem, hafızadan hiçbir zaman silinmeyecek kadar çarpıcı bir oyun.

Şahika Tekand Sofokles’in “Oidipus Kolonos’ta” eserinden uyarladığı ve yönettiği bu Antik Yunan Tragedyasında, beden dilleri ve ışık efektlerini metin ile öyle büyüleyici şekilde harmanlamış ki, oyun ilerledikçe kalp atışlarınızın ve vücudunuzdaki kan deviniminizin hızlandığını hissediyorsunuz.

Oidipus annesi ile onun gerçek annesi olduğunu bilmeden beraber olmuş ve babasını da onun gerçek babası olduğunu bilmeden öldürmüş, krallığını ilan etmiştir. Fakat gerçekleri öğrendikten sonra lanetlenmiş ve kendi gözlerini kör etmiştir. Oğullarından Polineikes’in ihaneti sonrasında ülkesinden sürülür. Annesinden olan kızları ( Antigone – İsmene) ile sürgünde sefil bir hayat geçirmektedir. Atina’ya gelir ve lider Thesus ve Atinalılardan şehirde barınabilmek için izin ister. Atinalılar Oidipus’un geçtiği heryere lanetini getirmesinden dolayı korkmaktirlar. Thesus Atinalıları ikna eder.

Bu arada Polineikes’in kardeşi, Oidipus’un diğer oğlu Kreon Polineikes’i tahttan eder ve babasının peşine düşer, Atina’ya gelir. Kreon Oidipus’dan kendisi ile gelmesini ister. Oidipus reddedince babasından kız kardeşlerini ister. Kızlar g
itmek istemezler. Kreon Atinalıları tehdit eder ve iyilikle alamadığını geri dönüp zorla alacağını söyler. Atinalılar tehditlere rağman Oidipus ve kızlarını Kreon’a vermezler.

Sonrasında Polineikes da Atina’ya gelir ve babasından özür diler. Babasının desteği ile ordular toplayarak Kreon’a savaş açacağını söyler. Babası Oidipus onun ihanetini asla affetmeyeceğini söyler ve oğluna lanet okur. Polineikes babasının ölümü için okuduğu lanete meydan okuyarak kardeşi Kreon ile savaşa gider.

Metine dökmeye çalıştığım hikaye %100 görselliğe dayanan, ışık efektleri ve 16 kişilik koronun inanılmaz , çok ama çok farklı performansları ile sergileniyor. Bu oyun 21 Eylül 2005 de EX PONTO Festivalinde ( Ljubjana-Slovenya) seyirci oyları ile “En İyi Oyun” seçilmiş.

Müfettiş
İstanbul Devlet Tiyatrosu Gogol’un “Müfettiş” oyunu ile bizi hergün, her an karşılaşabileceğimiz insan tiplemeleri ile buluşturuyor. Kimisi zeki ama ahlaksız, kimisi uyanık ama korkak, kimisi saf ama fırsatçı,…Oyun boyunca, Rusya’nın küçük kasabasındaki bir avuç insana değil, aslında kendimize gülüyoruz. Zerrin Tekindor belediye başkanının karısı rölünde çok başarılı.

Tek Kişilik Düet
İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun Oda tiyatrosunda sahneye koyduğu oyunun yazarı Tom Kampinski.

Başarılı bir keman solisti olan Stephanie ( Ayşen inci ) MS hastalığına ( Multiple Scelerosis- insanın merkezi sinir sistemi tutuklaştıran, iyileştirici değil sadece etkilerini yavaşlatıcı tedavisi mevcut olan ve sonu felçle biten hastalık ) yakalanması sonrasında sürüklendiği depresyonu, sahip olduklarını kaybetmekten dolayı duyduğu korkuyu, yaşama karşı kızgınlığını Dr. Feldman’ın ( Erdoğan Ersever ) kararlı soruları, sabrı sayesinde aşma çabasını nefesinizi tutarak izliyorsunuz.

“Yaşamın amacını nedir ?” … Stephanie ve Dr Feldman’nın diyalogları yoluyla bütün seyirciye bu soruyu soruyor Tek Kişilik Düet ; cevabını da veriyor : “YAŞAMIN AMACI YAŞAMIN KENDİSİDİR…….YAŞAM SAVAŞININ TA KENDİSİDİR”

Bedrettin
İstanbul Devlet Tiyatroları’nın yine gerçekten güzel bir müzikal oyunu. Tarihimizin önemli karakterlerinden olan “Bedrettin” kimisine göre derin düşüncelere sahip bir filozof, kimisine göre ise saltanata karşı bir isyankar. Geniş kadrosu, müzikleri etkileyici. İnsan bu oyundan hem sanatsal, hem de bilgisel olarak aydınlanmış çıkıyor. Tavsiye olunur.

Çok Yaşa Komedi
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Anton Çehov’un üç kısa oyununu içeren “Çok Yaşa Komedi” özellikle oyuncuları Zafer Alagöz, Zeynep Erkekli ve Galip Erdal’ın performansları bakımından çok ama çok başarılı. Klasikleri sevdiren bir oyun.

Ferhat İle Şirin
Nazım Hikmet’in Ferhar ile Şirin’i İstanbul şehir Tiyatrolarında sergilenmeye başladı diye duyunca hemen bilet aldım. İyiki de almışım. Oyuncuların performansı, kostümler ve dekor tam puan. Özellikle “Sultan Mehmene Banu” rölünde Aslı Nimet Altay muhteşem. Herkese tavsiye ederim.

Dosya
İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun sahnelediği oyun Tuncer Cücenoğlu’na ait. Sistemin çarkları içinde varolmak; hele ki o sistem ahlaki sınırlarınızın dışında ise o kadar imkansızlaşır ki, bir anda herşeyinizi anlayamayacağınız şekilde kaybedebilirsiniz; aklınızı bile.

Sade dille yazılmış oyun, Özal’ın “benim memurum işini bilir” çarkına girmeyecek kadar doygun ve dürüst memurların başına gelebilecekleri, belki de gelmiş olanları anlatıyor.

Devlet memurunun başına gelenlerden dolayı karısını bile yolsuzluk yapanlarla işbirliği içinde olmakla suçlayacak kadar akıl sınırları içinden çıkması bence oyunun doruk noktasıydı.

Leenane’nin Güzellik Kraliçesi
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Sumru Yavrucuk’a Avni Dilligil En iyi Kadın oyuncu ödülünü getiren “Leenane’nin Güzellik Kraliçesi” için tek şey söylenebilir : gitmemek hata olur. Sumru Yavrucuk’un oyunu sizi kavrıyor ve bırakmasını siz istemiyorsunuz.

İrlanda’da dağ köyünde yaşayan anne-kızın hayatlarına giren bir erkek yüzünden yaşadıkları sevgi-nefretini anlatan oyun İrlandalı Martin McDouagh’ın ilk eseri. Mc Donagh oyunu yirmi yedi yaşında sekiz günde yazmış.


17 Şubat 2006

TİYATRO PENCERESİNDEN II

Bağdat Hatun

İstanbul Sehir Tiyatrolarının Gürgör Dilmen’in yazdığı Burçin Oraloğlu’nun yönettiği bu sezon sahnelenmeye başlayan “Bağdat Hatun” akıcılığı, temposu, oyuncuları, dekoru, kostümleri, makyajları ve müziği kısacası herşeyi ile çok görkemli bir oyun.

Oyunu sahneye koymak için Şehir Tiyatroları 11. yüzyıla yani oyunun dönemine dair bütün ayrıntılar araştırmış. Oyun için ilk üç aylık kısmında, dönemin giysileri, insan davranışları incelenmiş. Bu araştırmalar ışığında, 250 kostüm ve 200 aksesuar tasarlanmış. Gerçek kılıçlar ve deri giysilerin kullanıldığı oyunda baş rol oyuncuları Burteçin Zoga (Bahadır) ve Aslı Seçkin (Bağdat Hatun) 13 farklı kostümle sahneye çıkıyor. Ayrıca Bağdat Hatun ile o dönem İlhanlı devletinde yaşamış bütün insanlar gerçek giysileriyle tasvir ediliyor.

İktidar tutkusunun bir insana neler yaptırabileceğini ve sonuçlarını İlhanlı ecesi Bağdat Hatun’un penceresinden, tarihinden izlemelisiniz. Üç saatlik oyunun her anını nefesinizi tutarak izliyorsunuz ve bütün sanatçılar birbirinden iyi.
KESİNLİKLE KAÇIRMAYIN. BENİM İZLEDİĞİM OYUNLAR ARASINDA BU SEZON EN BAŞARILISI.

Yaprak Dökümü

İstanbul Şehir Tiyatroları Reşat Nuri Güntekin klasiklerinden “Yaprak Dökümü”nü yine başarı ile sahneye aktarmış.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin İstanbul’unda yüksek ahlaki değerlerine sahip çıkmak adına zor bulduğu işinden ayrılan emekli memur Ali Rıza Bey ( Savaş Dinçel ) bu kararı ile ailesini sürüklediği geri dönülmez çıkmazın farkında değildir. Ali Rıza Bey ve eşi Hayriye ( Güzin Özyağcılar) oğulları Şevket’in ( Gürol Güngör ) Ferhunda ( Berrin Koper ) ile istenmeyen evliliğine, kızları Leyla ( Aslıhan Kandemir ) ve Necla ( Sevinç Erbulak ) taşkınlıklarına seyirci kalırlar. Abla Fikret ( Bennu Yıldırımlar ) kötü gidişten kaçmak adına kendi çıkmazına saplanır. Ali Rıza Bey’in gerçeklikten uzak yüksek ahlaki değerleri aileye parasızlığı; ailenin sonbahar yaprakları gibi dökülmesi sonucunu getirir….

Bütün oyuncular birbirinden başarılı ancak Savaş Dinçel Ali Rıza Bey ve Güzin Özyağcılar Hayriye Hanım rolünde seyircinin de alkışları ile onayladığı gibi muhteşemdiler.

Yaprak Dökümü’nü bir de bu kadrodan izleyin.


20 Nisan 2006

ÜZÜCÜ VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ 

Son günlerde iş hayatımda peşpeşe son derece içerlediğim birkaç bilgi ve haber aldım. Bir İK’cı olarak herkesin çalışmalarını takip etmekle sorumlu iken, benim yaptığım çalışmaların takipsizliği üzerine biraz düşünmem gerekiyor sanırım. Aynı anda çok sayıda tepe yönetici ile “tek başına” çalışmak zorunda kalan kişilerin ortak problemi olmalı benimkisi. Beş yöneticiden sadece ikisinin sizin kariyeriniz üzerinize karar verebiliyor olması ve siz onlarla az çalıştığınızda diğer üç yöneticiye harcadığınız eforun hiç dikkate alınmaması gerçek sıkıntı konusu. Kafası bir anda çok fazla, apayrı nitelikteki konuya çalışabilme yeteneği olan kişilerin karşılaştığı sorunum, ne kadar komik ki genelde biz İK’cıların yetenek dediği ve kariyer planlamasında çok sevdiğimiz ve aradığımız bir özelliktir. Maalesef bu yetenek / kapasite etrafta takdir edecek kimse olmadığı zaman ayağınıza dolanır ve sizi tepe taklak yere düşürür. Sırtınızın sıvazlanmasını beklerken, bir bakarsınız dövülüyorsunuz. :)

2005 iş yoğunluğu bakımından benim aşırı hırpalandığım bir yıl oldu. Sorumluluk alanıma 2005 başı itibariyle giren dağınık bir firmanın İK Sistemini kurmak, ISO belgesi almak, hiç ilgili olmadığım bir sektöre girerek, sektör üzerine sempozyum ve aktiviteler düzenlemek ve halihazırdaki işlerimi de mümkün olduğunca aksatmadan yürütmek canımı burnumdan getirdi. Ancak şu an görüyorum ki bütün bu emeğimin, kurdeşen dökmelerimin bana hiçbir geri dönüşü olmamış. Hatta tam tersi odağım dağıldığı için ‘gözden düşme ve itibar yitirme‘ gibi bir durumla karşı karşıyayım. Üzücü ve düşündürücü.

Sanırım hayatta oynayacağımız trübünleri ve nasıl oynayacağımızı çok iyi seçmeliyiz. Çok çalışkan, çok güleryüzlü, çok dürüst, çok içten, çok olumlu olmamalıyız mı yoksa ? Karşılaştığım durumlar bana aslında pozcu, aktrist, ağzı bol, icraatı az, kasıntı, iş seçen, saygısız ve yalancı insan olmanın daha çok prim yaptığını gösteriyor. Gözlemledim ki oynadığınız tribüne iyi olmak yetiyor gerisine kan kustursanız bile.

Tabii ki bugünden sonra ben de karakter olarak bir değişiklik olmaz, benim bireysel sistemim çok yönlülük, çalışkanlık, dürüstlük, gelişim ve güleryüz üzerine kurulu. İş hayatında karşılaştığımız insanların bakış, düşünüş açılarından (açısızlıklarından) ve sistemlerden öte, sarfedilen emek karşılığını -öyle olmasa böyle- mutlaka bulur diye olumlu düşünmeye devam edeceğim.

Eğer hayat ektiğini biçmek tezinden hareketle işliyorsa, kendi getirilerim adına baktığımda son derece büyük verimsizlikle sonuçlanan bir manzara çıkıyor karşıma. Bu olumsuz görüntü bana yanlış yerde bir şeyler ekmeye çalıştığımı da işaret ediyor haliyle. Sağduyuma kulak verirsem bana “bekle, gör ” politikasını uygula diyor. Çürük diş ağızda, akacak kan nasıl olsa damarda durmaz.


4 Nisan 2006 

ÜÇ YIL ÖNCE BIRAKTIĞIM YERDEN 

Peki

Şimdi ne yapacağız? Ben ne yapmalıyım?

Benim için lütfen endişelenme. Kimsenin yaklaşamayacağı kadar ürkütücü biriyim ben :)(: … Ürkmekte de haklılar belki. Ağır atın çiftesi pek olurmuş.

Bir süreliğine yazmayacağım. Küçük bir tatil diyelim.


1 Eylül 2006

THE CRUEL HUNTER

Datça Aktur – mum’s beloved cat “Zeytin” ( Olive ) after ducks …

Mum loves Zeytin more than us.

Well, another option, at that moment Zeytin might be thinking he is a duck too.

– Sorry Zeytin, you better accept the reality, you are just a giant, spoiled cat”

We all know after 39 years dad is still in love with mum. ! Lots of Emel …dad scanned them…

And we all know I look like mum a lot.

02.09.2006

I’m at work. It’s been raining for hours. I may not go to the Rock’n Coke Festival. I think Muse can survive without me but I’m not sure if they can rescue me from drawning in mud.

I couldn’t take shower this morning. (I hate cold water) My gas had been cut off or something wrong with the general city system. I don’t understand and the situation bored me so much, going to a muddy festival do not attract me at all.

What a wonderful way to start the weekend …


2 Mart 2006

ŞUURSUZ

İki gece önce rüyamda yer sarsıldı
Dizi dizi gökdelenler peşi sıra devrildiler
Ben yürüdüm
Gökyüzü aydınlık, ruhum ise çok sakindi

Kızıldereliler der ki
yer sarsılması hayat adına temel prensiplerde oynamadır
hatta yakınlardaki olası büyük değişimin habercisi

yani şimdi oturup değişimi mi beklemeliyim?
yoksa ben önce davranıp zaten değişim geliyor diyerek taşların yerlerini mi oynatmalıyım?
kararsız kaldım.

Oysa rüyam bilmiyor ki bende yıllardır bitmeyen bir deprem var
Sürekli değişmekten de zaten çok yoruldum
Beynime söylemeliyiz
böyle şuursuz rüyalar ile aklımı meşgul etmesin.


23 Mart 2006

EKRAN BAŞINDA GEÇEN DAKİKALAR 

Bugün gittiğim web tasarımı kursu windows publisher’ı anlatan sekiz saatlik bir paket. Kısacası Mr. Gates herkesi kendi web sitesini yapabilir kılmış bu programla. Word ve excel’i kullanmakta olanlar publisher sayesinde hazır template ( kodlar) üzerinden hiç de fena olmayan web siteleri hazırlayabilir.

Evdeki bilgisayarımda publisher yok maalesef. Ofisdekinde de bulunmuyordu ancak kurstan çıkar çıkmaz ofise gidip bilgi işlemden bana publisher yüklemelerini istedim. Sağolsunlar yarı rica, yarı tehdit (! , göndermemi istedikleri pahalı eğitimler var da) yüklettim. Yarın ki derste blogger.com üzerinden nasıl web sitesi yayınlatabileceğimi öğreneceğim.

Publisher’da 25-30 tane sayfa dizaynı var. Seçtiğiniz bir tanesinin üzerinden istediğiniz kadar sayfa ile web sitesi yapabiliyorsunuz. Mesela benim blogger’daki sayfama sürekli yazı ekliyorum, uzadıkça uzuyor. Oysa isterdimki gezi yazılarım, güzel sanatlar, serbest köşe, günlük gibi konu başlıkları ile kendi içinde organize bir web sitesi yapabileyim. Tabii kod yazmayı bilenler blog üzerinden de kendilerine çok daha gelişmiş şeyler hazırlıyorlar. Ben kod yazmayı bilmiyorum. Öğrenmek istediğimi de sanmıyorum. Bu nedenlerle publisher benim gibiler için ideal çözüm. Dört saatlik ilk dersin sonundaki onbeş dakika içinde kendime 5 sayfalık bir web sitesi oluşturmuştum bile. Hareket serbestisi olunca insanın içinden o kadar çok şey yapmak geliyor ki.

Acaba evdeki bilgisayarımı publisher yüklemeleri için bilgi işleme mi götürsem ? Internette bedava download aradım yok. Ahh…çok dertliyim çok. Ben windows publisher istiyorum.

Aslında internette bedava kod da bulunabiliyor. Ama ben kodların ne anlama geldiğini de bilmediğim için ezbere kodları kopyalayarak veya yanlış bir silme işlemi yüzünden bugüne kadar ki bütün yazılarımı kaybetmek istemiyorum.

Önümüzdeki günlerde konu üzerine çalışmalarım devam edecek. Belki bir domain alırım. Ne olacak benim sonum acaba ? Günümün kaç saati bilgisayar başında geçiyor ?

Mayıs ayında şirkette 28 kişiyi ( ben de dahil )24 saatlik ileri excel kursuna gönderiyorum. Excel 2003′de tepe menüdeki data (veri)’nın altında yer alan ” Özet tablo ve grafik raporu” seçeneğini en etkin şekilde kullanabilmek istiyorum. Örneğin benden şöyle birşey istenirse : 2001 – 2003 – 2005 3. dönemleri itibariyle iç anadolu bölgede aylık 500.000-1.000.000 YTL satış yapan bayiler ile ege bölgede 500.000-1.000.000 YTL satış yapan bayilerin şu an maaşları 700 -900 YTL arasında olan çalışanlarının sayılarını karşılaştıralım…. hadi bakalım …bu kadar çok parametre yer alan bir raporu en kısa sürede ancak SAP veya benzeri yazılımlar çıkartır. Ama excelin özet tablo ve grafik komutu da istenen raporu 3 saniyede hazır edebiliyor. (tabii ki gerekli verilerin özet tablo mantığına uygun bir excel tablosunda işleniyor olması lazım.) İstenirse il il bölerek, istenirse çalışan ad soyadlarına kadar. Bir de sonuçların grafiklerini istiyorum diyebilirsiniz. Tamam, hemen :) Bence excel şu dünya üzerindeki en inanılmaz program.

Benim bu sohbetimin kimsenin ilgisini çekeceğini sanmadığım için kesiyorum. Çocuk bazen böyle kendini kaybediyor işte. Zannediyor ki excel herkesi kendisi gibi coşturacak. !


17 Mart 2006
YORUM FARKI
İşte farklı bir Adem ile Havva resmi ve yorumlaması.
Adem resmin sol tarafındaki ağaçlar arasında profilden betimlenmiş. Havva ise soldaki kuru ağaçlar arasında yerini almış.
Klasik Adem ile Havva hikayesinde elma günahı temsil ederken, bana göre elma merak yani bilgiye varacak veri arayışıdır. Dokunmama-tatmama telkinine “neden” diye sormazsak insan olma vasfımızı kaybetmez miyiz?
Peki risk almazsak nasıl ilerleyebiliriz?
Sözde cennetin hayallerimizde yaratılan görüntüsünün tersine, karşımızdaki cennet çorak topraklar ve kuru ağaçlardır. Elma köprüye giden yol üzerindedir. Köprünün diğer tarafını biz göremiyoruz ama kimbilir orada ne var? Resimde bize hayal ettirilmeye çalışılan dünya yani bizim dünyamız acaba nasıl bir yer? Havva’nın kuru ağaçlar arasındaki bilinçaltımızda algıladığımız bedeninin gerçeğe dönüşen yansımasını köprünün altından akan ırmakta görebiliyoruz.
Kupkuru, monoton sözde cennetteki tek hareket ve renk olan kırmızı elmayı söyleyin siz de olsanız yemez miydiniz?
Acaba köprünün diğer tarafı aşağıdaki resmin kendisi olmasın?
(16.10.2023 – yazının görselini maalesef hatırlamıyorum. Keşke hatırlayabilsem …etkilenmişim belli)

26 Mayıs 2006

AJANDA 

Yeni bir haftaya başladık. Olağandışı, değişik birşey veya yeni bir başlangıç yok görünürde takvimde. Başlanmışların devamı ve takibinden ibaret görüntü içimi sıkıyor. Sabah herhalde bu nedenle yataktan kalkmak gelmedi içimden. Gözümü ikinci açışımda servisin gelmesine 25 dakika kalmıştı. Pazartesi gününe yakışmayacak serbestlikte, üstüme hızla geçirdiğim pantolon ve üst ile ayaklarımdaki sandaletler, işten çok sokağa çıktığım kanısını ben de uyandırdığına göre, acaba işyerindekilere ne düşündürür?

Yarın fabrikaya gideceğim, kalan zamanda Turquality İK prezantasyonu ve Run İK yazılımım ile uğraşacağım. Bu arada dün çıktığımız ilanlara gelen CV’ler ile 15 gün önce kariyer.net üzerinden çıktığım Ar-Ge Mühendisi ilanına yönelik biriken 300′ü aşkın CV’yi okurum. Kariyer.net’i hiç sevmediğimi söylemiştim değil mi ? Aldığımız 5+2 ‘lik paketi bitiyor. Bir daha beni zor görürler müşteri olarak. Gazete ilanından şaşmamak lazım.

Kar’ın yeni katalog ve tanıtım işlerini Ayşe’lerle çalışacağız. Saat 10′da toplantımız var. Hoş, dün akşam bayağı konuştuk bütün konuları ama olsun. Dün akşam Deniz’in kayınvalidesinin Çengelköy tepesindeki evlerine gittik. Klasikleşmiş ve yılda iki defa katıldığımız bu davetler genelde güzel geçer. Gerçi bu sefer biz bize değildik. “Galatasaray”ın şampiyonluğu için verilmiş ve Galatasaray’lıların iğrenç t-shirtler giydiği davette (bööö) her zaman ki gibi lahmacun, köfte, döner, salata menüsü vardı. Ancak öğlen Mutfak Atölyesi ekibiyle kendimize nefis yemekler yapıp yediğimiz için ben yiyeceklere pek itibar etmedim. Çok geçe de kalmadan Ayşe ile davetten ayrıldık. Deniz “SE” diye başlayacak oldu ama ben öyle biri hakkında konuşmanın zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Benim konu hakkındaki tek yorumum “herkes hayatta hak ettiğini eninde sonunda buluyor” oldu. Deniz haklı tabii konuşmayı istemekle, SE’den ailece çok çektiler. Tanrı herkesi SE gibilerden korusun.

Nasıl bir sabah bu böyle ?! Koltuğumun arkasına son derece lakayt bir şekilde yerleşmiş, parmaklarım klavyenin üstünden dolaşıyor. Belki de Cumartesi günü de ofiste olmam nedeniyle sanki odamdan hiç çıkmamış gibiyim. Tek fark, sabah ayağımdaki sandalet kayıp tek dizimin üstüne düştüğüm için dizimin acıması. Allahtan üstümdeki pantolonun kumaşı kalın. Ya etek giymiş olsamdım. Düşmek zaten bir olay da, asıl acı veren kalkmak. Düşsek ve hiç kalkmasak, ööööyylle kalsak. Düşününce çok aptalca geliyor ama genelde insanlar böyle yapmıyor mu ? Düşmek fiili illa yere düşmek olarak niye anlaşılıyor ki? Siz hayatta hiç düştünüz mü? Hala yerde misiniz ? Kalkmanız için kolunuzdan tutup destek veren oldu mu? Belki buzlu zemindesiniz, tam doğruldum derken yine düşüyorsunuz? Belki de yeri çok sevdiniz “şuraya biraz kıvrılayım, acaip rahat ” dediniz. Ne bileyim …. bu nasıl bir Pazartesi sabahı böyle? Başımda kavak yelleri, dizimde acı, aklımda da kim bilir kim. … iyi haftalar

34. İstanbul Müzik Festivali kapsamında 4 Temmuz’da gerçekleşecek olan In the Spirit of Mozart – Chick Corea konserine bilet aldım. Klasik ile Caz müzik bir araya bakalım nasıl geliyor? Hele söz konusu Mozart olunca. Bir çok kişi eğer Mozart bu zamanda doğmuş olsaydı klasik müzikle ilgilenmezdi diyor. Belki cazı seçerdi. Usta bir caz sanatçısından Mozart yorumları dinlemek belki bu bulanık görüşü biraz netleştirir. Yoksa Chick Korea hayranı olduğumu söyleyemeyeceğim. Hatta ilgi alanıma girmiyor desem daha doğru olur. Bundan sonra girer mi ? Bilmem …

Nereye, ne zamana bilet aldığımı unutuyorum. Ciddi bir problem. Mesela bu sezon üç tiyatro oyunu ve iki konsere gitmeyi unuttum. Bravo bana. Önümüdeki aylardaki eğer başka birşey unutmadıysam program şöyle oluştu; hatırlatma amaçlı bari buradan takip ederim. – (Zaten bu blog benim günlük, ajanda, fotoğraf albümü, şiir ve düşün defteri, resim galerisi, şikayet kutusu, taraftar köşesi, gezi notluğu, itiraflar manzumesi, ağlama duvarı … akla ne gelirse ona dönüştü. Teknoloji bizleri nerelere getirdi… )

2 Haziran 2006 – Cuma – Beş Yıl Geçince – Muhsin Ertuğrul (a bu cuma, ne ara hazirana geldik !)
3 Haziran 2006 – Cumartesi – Modern Sanat Müzesi – sergi – Atatürk Vakfı ( Taksim )
8 Haziran 2006 – Perşembe – TURQUALITY Prezantasyon
11 Haziran 2006 – Pazar – Anneanne
17 Haziran2006 – Cumartesi – Kapadokya Üniversitesi öğrenci kafilesi – İstanbul şehir gezisi
18 Haziran 2006 – Pazar – Babalar Günü – kutla
24 Haziran 2006 – Cumartesi – SSM – Rodin Sergisi
25 Haziran 2006 – Pazar – Mutfak Atölyesi – Sisters – Dayımın yaşgünü
1 Temmuz 2006 – Cumartesi – Babamın yaşgünü
2 Temmuz 2006 – Pazar – Anneanne
4 Temmuz 2006 – Salı – Chick Corea – Aya İrini
5 Temmuz 2006 – Çarşamba – Gilberto Gil – Açıkhava
11 Temmuz 2006 -Salı – Diana Krall – Açıkhava
13 Temmuz 2006 – Perşembe – Paul Weller – Açıkhava
16 Temmuz 2006 – Pazar – Anneanne
30 Eylül – 8 Ekim 2006 – İngiltere

 


5 Mayıs 2006

GULBENKİAN MÜZESİ 

Anadolu’nun çeşitli eski camilerinden mihrap, mimber ve duvarlarından kırılarak, sökülerek çalınan 15., 16., 17. yüzyıllarına ait İznik çinilerilerimize ait bir dev koleksiyon kimde ve nerede dersiniz ? 1869 Üsküdar doğumlu Ermeni asıllı Calouste Gulbenkian’nın Lizbon’da kurduğu Gulbenkian Müzesinde.

Müze çok büyük bir botanik bahçesi içindeki iki büyük çirkin betonarme binadan oluşuyor. (çirkin çünkü yapıların Lizbon mimarisi, doğa veya genel estetik ile hiçbir uyumlu tarafı yok) Modern Sanat ve Gulbenkian Koleksiyonları ayrı binalarda sergileniyor.

Müzeyi dolaşırken hırsımdan, sinirimden “hırsızlar” diye bağırmak geldi içimden. Hiç unutmuyorum, daha geçen aylarda Konya’da restorasyon halindeki eski bir caminin duvarlarını kaplayan İznik çinilerinin kırılarak çalındığını yetkili gözyaşları arasında televizyon kameralarına anlatmıştı. Acaba onları da Gulbenkian ailesi mi satın aldı ve kendi müzelerinin duvarlarına yerleştirdi ? Neden çinileri tanıtan küçük tanıtım etiketlerine -Turkey, Iznik- ibaresi yanına hangi camiden söküldükleri bilgisi de yazılmamış acaba diye düşünmeden edemedim ? !!!! Aleni -hırsızlığa iştirak- suçundan sıyrılmanın en kültür dolu yolu bu herhalde … müze açmak .

Pera Müzesindeki Kıraç çini koleksiyonunun vasatlığını Gulbenkian koleksiyonunu görünce anlıyor insan. 15., 16. yy’lardan kalma tabak, kase, testi, vs ile dolu olan koleksiyon büyüleyici. Pera Müzesindeki en eski eser 17. yüzyıla aitti. (1 adet) .

Gulbenkian Koleksiyonu’nun Osmanlı dönemine ait olup ‘duvarlardan sökülemeyen nitelikteki’ en seçkin eserleri 14 Nisan-28 mayıs tarihleri arasında Sakıp Sabancı Müzesin’de sergileniyor ve yarın bilin ben nereye gidiyorum ? … Sakıp Sabancı Müzesi’ne

(16.10.2023 not: Modern mimari deyince aklıma artık tek bir isim geliyor; sevgili mimar Hasan Çalışlar. Yıllar sonra bu yazımı okurken sağlam bir kahkaha patlattım, aklımda da o ?  çok merak ediyorum şu anda Portekiz’in en değerli modern mimari örneklerinden kabul edilen müzeyi benim “çok çirkin betonarme bina” olarak tanımlamam hakkında kendisi ne derdi acaba? …. Tahminim “yuh çüş” deyip içinden, hızını da alamazdı üstelik devam ederdi “Cehaletin gözü kör olsun, modern mimariden anlamayan ahmaklar per perişan sefil olsun” . … ? Olsun ? ? … sefil de değil ölü taklidi yapıyorum ⚰️ )


28 Ekim 2007

DOSTLUK ÜZERİNE 

Tarihe mal olmuş farklı alanlarda ünlü insanların söylemiş olduğu sözleri okumayı herkes gibi ben de çok severim. Hatta bu şekilde içeriğinde sadece güzel söylemleri barındıran 5-6 kitabım var kütüphanemde. Zaman zaman birini açıp içerisinde dolaşarak kafama nefes aldırıyorum.

28 Ekim pazar sabahı bahsini ettiğim kitaplarımdan biri elime değiverdi, sayfalarını karıştırdım ve “Dostluk” başlığı altındaki sözlere takıldım. Belki algımdaki bu seçiciliğinin nedeni Facebook sayesinde 25 yıldır hiç konuşmadığım ancak çok sevdiğimi hatırladığım ilkokul arkadaşlarım Deniz Özenbaş, Koray Arıkan ile sanki dün berabermişiz gibi yazışabilmemdi. Büyük bir sevgi ve saygı yumağı içinde hissettim kendimi, büyük bir zenginlik…İşte bu nedenle elime gelen “Dostluk” üzerine söylenmiş sözlerden bazılarını bloguma aktarmak istedim;

  • Sevgin yoksa dost arama. Sadi
  • Dostluk, kanatsız sevgidir. Byron
  • Sunulmuş saygıdır dostluk. S.Expery
  • Dostluk, iki vücutta müşterek bir ruha benzer. Aristo
  • Yanımda yürü ve yanlızca dostum kal. Albert Camus
  • Dost kazanmanın tek yolu dost kalabilmektir. Emerson
  • Kendine dost olan, bilin ki herkese dosttur. Seneca
  • Bir dostta yanılmak, dostlarını yanıltmaktan iyidir. Goethe (bu çok ama çok katıldığım bir söz)
  • İçinde bir dostu barındıran ev mutludur. R. Waldo Emerson
  • Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Cervantes
  • Senin gerçek dostun sana ayıplarını gösterendir. Ebu Cafer-i Sümani
  • Düşmanının bilmesini istemediğin şeyi dostuna söyleme. Schopenhaur (İşte Schopenhaur’u bu yüzden seviyorum; son derece karamsar ancak bir o kadar da gerçekçi)
  • Gerçek dostlukta adi insanların alamayacakları bir tat vardır. La Bruyere
  • Dostluk iyi kimseler arasında çarçabuk temelleşir, güçlükle yıkılır. Beydeba
  • Sönmüş dostluklar üzerine aşılanmış kin ağacı en öldürücü yemişleri verir. Doris Lessing (bir kadından ne doğru bir söz)
  • Güller, laleler, karanfiller, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır ama gerçek dostluk ne solar, ne de kırılır. Nietzsche
  • Gerçek dostluklar, iyi günlerinizde, davet edince sizi ziyaret ederler, kara günlerinizde davetsiz gelirler.Theopmrastur.
  • Bir dostun üzüntüsüne kim olursa katılır; bir dostun başarılarına ise ancak yüksek ruhta olanlar katılır. Oscar Wilde
  • Kardeşlerimi Allah yarattı, fakat dostlarımı ben buldum. Goethe
  • Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur. Montaigne
  • Fenalıklardan uzak duran ve daima verdiği sözü yerine getiren insanlarla dostluk etmeliyiz. Hz. Ali
  • En vefalı dostumuz gölgemizdir, o da yoldşlık etmek için güneşli havaları bekler. Cenap Şahabettin ( C.Şahabettin’den yine karanlık ama fazlasıyla bireyin kendisini yargılamasını sağlayan gerçekçi bir söz)
  • İnsan hiçbir yerde kendisinden iyi dost bulamaz. Charles Dickens

Bana göre insan etrafındaki dostluklarını düşünmeden önce yine dönüp kendisine bakmalıdır. Koyu renkle belirttiğim iki cümle aslında dostluk kavramının temelini bizim için vurguluyor. Acaba birey olarak kendimizin ne kadar dostuyuz? Kendi doğru edimlerimiz yanında yanlışlıklarımızla ne derece yüzleşebiliyoruz ?

Ben kendi hayatım adına “gereksiz, kafasını kullanamayan, yalancı” nitelikteki eski arkadaşlarımı gündelik hayatımdan silmekte hiçbir sakınca görmüyorum. Kimsinin politik olup, olur olmadık herkes ile “arkadaş kalmak” gibi benimsediği tavır benim hayat tarzıma uymuyor. Yüzüne gülüp arkasından elli tane laf eden kişiler benim gözümde “yetersiz” kişilikleri ile hayat adına sadece üstümdeki birer parazit olabililer. Burada tekrar dönüp dolaşıp işime geliyorum. Bu güne kadar binlerce kişi ile profesyonel teknikleri ile mülakat yapan biri olarak dost yapılı insanların nasıl bir bedensel ve zihinsel frekans taşıdıklarını birkaç kelime ile anlatabilirim. Şu üç zıt karakter özelliğini taşıyan insanlar birbirleri ile asla dost olamaz. “Aptal-akıllı”, “dürüst-yalancı”, “tembel-çalışkan”. Burada zıtlıklardan iki grup oluşturabiliriz. ‘Aptal, yalancı ve tembel’ olanlara birinci grup, ‘akıllı, dürüst ve çalışkanlara’ ikinci grup dersek, birinci grup ikinci grup üzerinden büyük fayda sağlar ve ikinci gruba büyük ölçüde zarar verir. Ancak uzun vadede bakıldığında ikinci gruptakiler birinci grup yüzünden yaşadıkları berbat olaylar nedeniyle hayatlarına son derece güçlenmiş ve zor da olsa üstlerindeki birinci grup parazitlerini atmış vaziyette devam ederler. Sonuçta uzun vadede ikinci grup yani “iyiler”, birinci gruptan yani “kötülerden” yakasını kurtarmış şekilde ve bünyelerine kattıkları büyük güç sayesinde de ciddi anlamda ilerlerler diyebiliriz.

Sözlerimi “Tanrı ve aklınız sizi kötülerden korusun” diyerek bitiriyorum. İyi pazarlar …


27 Ekim 2007 

YENİ BİR DİL ÖĞRENMEK 

Yeni bir dili biz erişkinler için oldukça sıra dışı bir şekilde öğrenmeye başlamak zorunda kaldığım için çok mutluyum. Hayat bazen hiç beklenmedik anlarda, hiç beklenmedik pencereler açıyor insana. Çok detaya girmek istemiyorum ama yeni bir dil öğrenmek istiyorsanız “ben, sen, o,…, şimdiki zaman, geçmiş zaman,….” vs. gibi klasik dil bilgisinden değil, kesinlikle dilin kalbinden yani kelime bilgisinden başlamalısınız. Yani zıt kelimeler ve fiiler. Bunun dışında da o dile ait Türkçe tercümesi olan bir konuşma CD’si edinmelisiniz. Sonrasında tek yapacağınız bıkmadan usanmadan CD’nizi dinlemek, duyduğunuz cümleleri sesli, bağıra bağıra tekrar etmek, Türkçesini okumak. Tabii bu giriştiğiniz maceraya kendinizi motive edici bir isim ve termin verip proje sonucundaki hedefinizi de saptarsanız çok iyi olur. Örneğin bir ay sürecek olan “Yeni dil öğrenme projem” de hedefim “Bir ay sonunda filanca dile ait 300 adet yeni kelime ile, filanca dilin şu CD’sinde söylenenleri rahat anlayacak ve tekrar edecek kulak dolgunluğuna erişmek.” Bir ay boyunca ne kadar saatinizi harcamanız gerektiği belki sizi bir parça ürkütebilir. Hmmmm … bana göre günde en az dört-beş saatinizi bu projeniz için kapatın. Eeeee….. emek vermeden kimin hasatı kaldırdığı görülmüş? Ama emin olun bu bir aylık yoğun öğrenme ve beyin patlatma sürecinin sonunda inanılmaz bir mutluluk ve kafada dinamizm hissedeceksiniz. Hatta baştan sonra kendi eseriniz olan öğrenme sürecinin devamını getirmek için o kadar hevesleneceksiniz ki, başka bütün iş, güçlerinizini bir kenara iteceksiniz.

Belirttiğim yeni dil öğrenme sürecinin nasıl gerçekleştiğini merak edecek olursanız temel gidişi anlatabilirim. Bir ay boyunca dinlediğiniz CD kayıdı sonrasında sesli tekrar edilen cümlelelerin bir süre sonra beyninize çok ilginç bir biçimde yerleşiyor. Beyniniz adeta bir sünger gibi alıyor cümleleri hafızaya. Sizin çabalamanız ötesinde beyin cümleleri kurguluyor. Bunun dışında defalarca yazarak kağıt üstünde yazarak kavramaya çalıştığınız zıt kelimeler ve fiiller hemen hemen bir hafta içinde bir yap-bozun parçaları veya tetris oynar gibi cümle içlerindeki yerlerine oturuyor. Bu arada zaten siz cümle içlerindeki zaman yapıları ile kelime ve fillerin aldığı eklerden işin dil bilgisi bölümüne otomatik olarak girmiş oluyorsunuz. Her zamana göre fiillerin ne gibi ekler aldığını farkediyorsunuz. Be en güzel olan sürekli sesli şekilde dili tekrar ettiğiniz için içinizde acaip bir konuşmaya yönelik kendinize güven oluyor. Bir ay sonunda çat pat bile olda bir bakıyorsunuz cümle kuruyorsunuz.

Çocukların yabancı dilleri çok çabuk öğrendikleri söylenir. Doğrudur. Ancak yaşadığım şu deneyimle gördüm ki hepimizin beynindeki çocuk yaş ne olursa olsun aslında hep yaşıyor. Sadece bazımız onun varlığını farkedemiyoruz. Hiçbir çocuğun nasıl dil öğrendiğine dikkat ettiniz mi? İşte ben istem dışı gelişen hayat koşulları nedeniyle paralel bir duruma maruz kaldım ve bu sayede hayat adına son dönemdeki en büyük keşfimi yaptım.

Yeni ve zor şeyler öğrenmeye başlamak için asla geç olmaz, olmamalı. Demir işlendikçe, gözler ise sadece kafa çalıştıkça parlıyor. Picasso ne demiş: Bir şeyi yapmayı biliyorsan onu yapmaya devam etmenin ne anlamı var? Hiç bilmediğin birşey yap çok daha iyi”… adamın neden dahi olarak kabul edildiği ortada … Çok basit gibi gelen bu sözün altında aslında Picasso’nun içindeki küçük çocuğun nasıl hoplayıp zıpladığını görüyorsunuz ve yüzünüze kocaman bir gülücük yayılıyor. Yaşam çocuk kaldığın sürece doyumsuz bir deneyim, hiç bitmesini istemediğin bir oyun …


2 Aralık 2006 

YARADILIŞ 

Psikometrik Teknikler eğitimi sayesinde kendimle ilgili, bildiğim, ancak sayısal olarak hiç onanmamış iki gerçeği ortaya çıkarmış oldum; 1 . problem çözmek üzerine üstün yeteneğe sahibim. 2. Fizik algılama (iki – üç – dört – beş boyut)kavramı üzerine ise üstünün bir altıyım.

Hoşuma gitti mi?

Gitti.

İnsanları şaşırtmak hoş bir şey. Belirlenmiş sürenin 1/5′inde bütün problemleri çözebilmek harika bir şey. İnsanlar dakikalarca ellerindeki parçalarla kıvranırken onları izlemek garip bir haz veriyor insana.

Ayrıca problem çözme yeteneği olarak beynimin kendine has çok orjinal bir sistematiği olduğu da ortaya çıktı. Bu orjinalliğin kökeni ise solaklığım. Diğer taraftan, beynimin sol-sağ lopu dengelerinin %50-%50 olması da bu orjinallikteki diğer bir etken bence. Bununla ilgili kelimeler üzerine kurulu bir teste de 6 yıl önce girmiştim. Bu test sonrasında kadınlarla erkeklerin beynilerini farklılaştıran ana etkenin bende mevcut olmadığını öğrenmiştim. Ben beyin işleyişi olarak her iki cinse de ait olmıyorum. Ne kadınlardaki gibi sol, ne de erkeklerdeki gibi sağ lop üstünlüğüm var. Ne garip değil mi?

Herkes bana hep sorar “sen niye böylesin” diye …

Bu sorunun doğru adresi ben değilim; yapabileceğim hiçbir şey yok; YARADILIŞIM BÖYLE

Her şeyden komik olan, bu yeteneklerimi benden veya testlerden önce bilmeden keşfeden kişi annemdir. Ben 4-5 yaşındaydım. Evde annemin arkadaşları vardı. Salondaydık. Ben halı üstünde lego tipi ve ablamın kırık oyuncak parçaları ile oynuyordum. Hiç unutmuyorum, annem arkadaşlarına “Bakın şimdi o elindeki kırık dökük şeylerle neler yapacak” demişti. Burada sorun ne diyebilirsiniz? Sorun şu ki, benim maalesef hiç yeni oyuncağım olmamıştır. Yeniler hep Başak’a giderdi. İlkokula geçince ise ben zaten evde durmayan azgın bir sokak çocuğu olmuştum. Büyük bisiklet kazam da bu yıllara denk gelir. Yokuş aşağı son sürat çöp bidonlarına girmiştim. O bisikleti bir daha kullanamadım. Bacaklarımda hala izler durur. Bir de çöplükten yamulmuş bisikleti alıp kanlar içinde yokuş yukarı eve kadar itmiştim. Annem kapıda beni o halde görünce bayılacaktı neredeyse. Aaaaaa ne güzel çocukluk anıları …. Bir diğer çözüm üretme hikayem ise yine aynı yaş dönemine ait. Yatağımda bir öyle, bir böyle takla atarken birden kafam kalorifer birleşiverdiler. Bir bakayım ki boylu boyunca yarılan kafamdan akan kan ile yatak rezil olmuş. Can değil kesinlikle sadece annemin yatağı kan yaptığım için çok kızacağı korkusundan temizlik eşyalarının durduğu odaya kaçtım apar topar. Kafama ilk bulduğum yer bezini yapıştırdım. Orada ne kadar kaldığı hatırlamıyorum ama yokluğumu farkedip veya kanları görüp beni aramaya başlamışlar ki, birden odanın kapısı açıldı. Ben köşeye çömelmiş, kafamda yer bezi korku içinde oturuyordum. Başak “Anne burada” diye bağırdı. Annem beni görünce dehşete düştü. Kanamayı durdurmak için benim çözümümden daha beter bir şey yaptı. Sonrasında hastaneye götürüldüğümde doktorlar bana değil anneme çok kızdılar çünkü annem kafama bir kutu pudra dökmüştü, evet kanama durmuştu ama yarığa yapışan pudra taneleri betona dönüşmüştü. Bütün pudra temizleninceye kadar doktorlar kafama dikiş atamadı. Hayatımda ilk defa bacağı kopmuş birini orada kafama dikiş atılsın diye beklerken gördüm. Bir trafik kazazedesiydi ve sedye ile yanımda bırakıverdiler. Doktorların kafama dikiş attığı süre boyunca, beni ters yöne oturtana kadar bakmıştım adama ve kopmuş bacağına… izlemiştim dikkatle. Hiçbir şey düşünememiştim. Bir boşluk. Bu problem çok başkaydı.

Büyük ve muhteşem bir tesadüf, şimdiki patronum, Ahmet Rasim sokaktaki alt komşumuz Faruk Bey’in benim o ‘İpek’ olduğumu öğrendiğindeki ilk cümlesi “sen çok azgın bir çocuktun” olmuştu. Evlerinin içine sürekli elma ve armut koçanları atarmışım. Nasıl başarıyordun hiç çözemedik demişti gülerek. Ne yaptığımı, nasıl yaptığımı hatırlamıyorum. Bulmuşumdur bir yol, demirlerden baş aşağı alt kata sarkmış olabilirim mesela ?!

Sonra bu tip sıkıntı sorunuma çözüm üretme anılarım ortaokul ve lisede devam etmiştir. Annemin yarı hayatının muavin odalarında geçtiğini söyleyebilirim. Bir süre sonra annem bıktı ve ablam üniversiteye başlayınca onu velim olarak gönderir oldu. Hala TED’de efsane olarak anlatıldığını bildiğim çözümlerim vardır. Bence en hüzünlü çözümlerimden biri ise hocanın dolabından sınava 2 ders kala çaldığım kimya testi sorularına kazıklığından dolayı kimsenin doğru cevapları bulamaması ve 10 üzerinden ben de dahil herkesin 3 almasıdır.

Üniversitede istatistik imtihanında yaptıklarımı hatırladıkça ben bile inanamam. İnsanın beyninin bazen, özellikle kriz/sıkıntı zamanlarında kendinden öte bir şeye, bir varlığa, bir mekanizmaya dönüştüğüne inanırım ben. İpek’ten ayrı bir beyin var şu kafatasının içinde derim hep, İpek’ın kontrolünde olmayan. Kriz, sıkıntı problemini çözmek bir yaratıcılıktır aslında, o anda siz siz değilsinizdir artık, o an benliğinizden sıyrılır ve ilahi bir güçle birleşirsiniz adeta. Bende öyle oluyor en azından. Bir aydınlanma, kopma, farklı bir frekansa geçme, öncesi sonrası olmayan evrenle buluşma hali. Var olma, varlık bilincine ulaşma, yer çekimsiz ortama geçiş, özgürlük.

Nihayetinde fütursuzca blog yazmaya başlamam da bir soruna beynimin ürettiği çözümdür, “anlaşılamamak”, genelde 3. kişilere kapalı tuttuğum beynimi bir parça açmak, birilerine ulaşmak çabası belki. Memlekette blog/yazı okuyan insan olmaması da çabanın çaresizliği.

Beyin olarak birinci yılım kutlu olsun, daha nice nice yıllara …


18 Mayıs 2006 

TÜRKİYE’DE YAŞAMAK

Atatürk’ün laik, çalışkan, sağduyulu, üretken Türk çocuklarıyız biz.

En büyük düşmanımız “eğitimsiz” cahiller ile nasıl savaşabileceğimizi çok iyi düşünmeliyiz. “Okumuş” cahiller topluluğuna ise çok daha fazla dikkat etmeliyiz.

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, menfaatim neredeyse, ben oradayım” diyerek meydanı üç-beş ayağı takunyalıya bırakmaya meyilli olan gerçek iç düşmanlarımızı iyi tespit etmeliyiz.

Neyin gerçek, neyin dayatma, neyin saptırma, neyin yalan olduğunu iyi ayırt etmeliyiz.

Bu ülkeye sahip çıkmalıyız. Onun için emek sarfetmeliyiz. Başka Türkiye yok.

Türkiye’de yaşamak, Türkiye’yi; yönetim sistemini, temel ideolojisini, toplumsal yapısını, hukukunu, iç-dış politikasını, siyasetçisini, bürokratını, tarihini, ekonomik-ticari yapısını öğrenmek, takip etmektir, apolitize olmamaktır.

Politika yapmak ve üretmek ehil olmayan ellere bırakılırsa, Türkiye’de silahlar konuşmaya, ehil insanlar artan ivme ile katledilmeye başlar. İktidarın Türkiye’nin kuruluş temelleri ile örtüşmeyen bozuk ideolojisine karşı verilen mücadelede, cehpenin en ön safhasındaki hukukçularımız sürekli hedef alınmaktadır. Bir ülkede hukuk yitirilirse düzen kalmaz. Cehaletin hakim olduğu, “laikliğin yeniden yorumlandığı” bir Türkiye’de kimse hayatından bir daha ‘keyif’ alamaz.

Bu ülkeye neden asker hep sahip çıkmak zorunda bırakılmaktadır? Neden halk tepkisizliğinin, umursamazlığının, cahilliği ve tembelliğinin yükünü sürekli hammal gibi askere taşıtma eğilimindedir?

Lütfen medeniyetler, kültürler, dinler, mezhepler, diller, ırklar mozaği olan nadide Türkiye’ye hakettiği değeri verelim, vatan ve demokrasi unsurlarımızı küçük düşürücü gelişmelere seyirci kalmayalım.

Erken veya değil, seçimlerde tabanı merkezde yer almayan, ideolojisi bozuk mevcut iktidara karşı, merkezdeki sol veya sağ hangi parti bünyesinde olursa olsun, çalışalım.

1990′lı yılların başlarındaki demeçlerde yer alan ‘kanlı’ süreç mi başlamıştır? Bugün hukuk adamlarına döndürülen silahın, yarın da bana doğrultulması ihtimalini artık düşünmeye başlamalı mıyım? “Geldikleri gibi gidecekleri” ana kadar kaç tane kayıp vereceğiz? Önümüzdeki üç yıl içinde düşecekleri ekonomik, dış politik ve sosyal aciziyetten onları büyük patron “Gülen” mi kurtaracak? Kimlerin kurtları vadide, kimlerin ki hoca kapılarında ne dolaplar çevirmektedir? Cumhurbaşkanı çevrilen hangi dolabın gerisinden çıkacaktır? Türkiye’nin değil, sadece büyük şehir varoşlarının temsilcisi olan iktidar, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna kendi muhitinden çatal bıçak tutmasını bilen, kokmayan ve eşini dövmeyen birini bulup oturtabilecek midir? Veya o koltuğa bir kadını yerleştirecek kadar zekice politik ve stratejik manevrayı üretebilecek midir? Cevap: Hayır çünkü kara çarşaf içinde Fatih’de dolaşmakta, kadınların elini sıkmamakta, kız çocuklarını okula göndermemekte olan tabanının tepesine bir kadın gelmesini sindirmesi imkansızdır.

Dindarların saflığı ile dincilerin sinsiliği arasındaki farkı anlayamamak ise maalesef milletimizin en büyük problemidir. “Bu adamlar fena çalışmıyor” diyenlerin, dinci kitlenin devletin iç yapısındaki cahil-eğitimsiz-vasıfsız kadrolaşmasının farkında olmadığı nettir. Tepe bürokratik kadroları boşaltarak, yerlerine yerleştirecek insan kaynakları da olmadığı için ne olduğu, ne yaptığı belirsiz “vekil” ler atayarak yönetsel boşluk yaratmakta olduklarını hiç kimse düşünmemektedir. Eğer İstanbul Kültür A.Ş’nin -kültür dolu-, ne, kim olduğu meçhul, limon kolonyası kokan Genel Müdürü “Buraya harcanan paralar boşuna” diyebiliyorsa, ya kurulmaya çalışılan sistemde, ya bu genel müdürde veya her ikisinde ciddi problem var demektir.

Kendini baş dindar ilan edip, beş vakit namazında olan, karısı, kızlarını kapatan adamlar, karşılarında bekar ve özgür hayata sahip olan beni görünce, kendi tabirleriyle “dostluk” ilişkisi kurmak gibi tavırla yaklaşma cüretini gösterebiliyorsa, ben bu sözde “dini bütün” kitlenin gelmişi, geçmiş ve olası geleceğini dağıtırım. Bu nedenle benim karşıma geçip kimse, din, Allah, türban, kitap demesin, midem bulanıyor. Keşke şu beyinsizlerden birinin şok edici konuşmasını kaydetmiş olup “cinsel taciz” davası açabilseydim. Keşke Türkiye’de zihni açık, kendine güvenen, bekar ve Atatürkçü bir kadın olarak yaşamanın ne demek olduğunu sinirlerime hakim olup anlatabilseydim.

“Cami duvarına işemek” diye bir deyim vardır, biz kendi cami duvarımıza işetmeyi bırakın, duvarı tepkisizliğimizle takunyalıların umumi açık tuvaleti haline döndürdük. Bu son alınan -can- ise artık büyük abdest oluyor.

.

Not: 20.10.2023 – Patron ‘Gülen’in çöküşü on yedi yıl öncesine göre tek fark. Yukarıdaki kelimeleri yazan saf zihnim on yedi yıl içinde öyle şeyler yaşadı ve gördü ki, şu anda memleketimin insanını, durumunu, dünyayı çok sakin takip ediyorum ve aklımı zağlıyorum. 


10 Nisan 2006

SESSİZLİK 

Sessizlik … çünkü eminim

Eğer bir düşünce tartışması, olması gerektiği formattan çıkıp kinsel dayatma ve cezalandırmaya dönüyorsa konuşulacak tek bir kelime bile kalmamıştır. Aklın varlığının kin duyguları ile sıfırlandığı bir diyalog ve ortamda bana yer yoktur. Düşünceler müzakere edilir ama duygular asla. Yıllar boyunca çeşitli dönemlerde sarfedilen duygusal dalgalanmalardan kaynaklı ağır sözler zamana kum taneleri gibi yayılır.

Duygular için değil ama düşünceler için mücadele etmeye değer. Eğer ben hala nefes alabiliyorsam, eğer bugün şu klavyenin başında oturup yazı yazabiliyorsam, eğer Aral veya Batur olmanın ötesinde kendime “İpek” olduğumu kanıtladıysam ve eğer bir gün gözlerimi üzerinde yürüdüğüm dünyaya kapatacaksam, bu, yıllar boyunca parça parça edilen ruhumdan akıtılan acı pahasına mücadelemden vazgeçmediğim için olacak, karşımdaki her kim olursa olsun.


4 Nisan 2009

DÜNYA TARİHİNİN EN KANLI İSYANI 

Ondokuzuncu yüzyılda meydana gelen en büyük savaşlar devletler arasında değil, devletler içinde gerçekleşti. Bunlardan birisi Amerikan İç Savaşıdır. 600 bin civarında insanın öldüğü bu savaşı hemen hemen bütün dünya üzerine çevrilen film, belgesel veya dizilerden bilir. Öte yandan Çin dışında pek bilinmeyen 1850-1864 yılları arası süren Taiping İsyanında 20-30 milyon civarı insanın öldüğü tahmin edilmektedir.

Taiping isyanının nedeni ne açlık, ne yoksulluktu. İsyanın mimarı Hung Hsui-Chuan kendisine yüksek hedefler koymuş ama 1828-43 yılları arasında girdiği dört devlet memuriyeti imtihanında da başarısız olmuş sıradan bir Çinliydi. Bürokrat olamayınca bir köyde öğretmenlik yapmak zorunda kaldı. Gittiği köyde Amerikalı Baptist bir misyoner ile tanıştı ve onun anlattıklarından etkilendi. Hıristiyanlık hakkında öğrendiklerini Konfüçyüs, Budizm, Çin kültürü ve vatanseverliği ile harmanladı. Kensini İsa’nın genç kardeşi olarak ilan etti. Bu amatör teolog ve asker şehirlerden ziyade kırsal kesimi kontrol edebilirse, toprağı eşit biçimde paylaştırabileceğini ve yeni yerleşim merkezleri kurabileceğini düşündü. Dolaştığı yerlerde halkı “Dünyadaki Barış Dolu Cennet Krallığı”na yönlendirmeye başladı. Çince’de barış ‘taiping’ demektir ve Hung’un isyanına bu isimle anılmıştır.

Hung’un hareketi hızla güney ve Orta Çin’in özellikle kırsal kesiminde yayıldı. Kasaba kasaba, şehir şehir dolaşan Hung’un askerlerinin sayısı kısa sürede bir milyonu geçti. İsyankarlar o dönemde başta olan Qing Hanedanına karşı ufak tefek zaferler bile kazandı. Bu süreçte Qing Hanedanı askerlerine İngiliz ve Fransızlar da destek verdi. 1 Haziran 1864′de savaş ile geçen on dört yılın sonunda, Hung büyük bir yenilgiye uğradı ve aynı gün intihar etti. Ancak Taiping hareketi Hung’un ölümünden sonra Çinli entellektüel ve muhaliflerden destek görmeye başladı. Hung’un ortaya koyduğu örnekten çok etkilenen milliyetçi Dr. Sun Yatsen yaklaşık yarım yüzyıl sonra Çin İmparatorunu tahttan indirmeyi başardı. Milliyetçi cumhuriyeti fesheden komünistler bile Hung’un başlattığı akımdan etkilenmiştir.


23 NİSAN 2006

23 NİSAN 

Yaşgünüm güzel geçti.

Sabah Mutfak Kültürü Atölyesi’nin ilk toplantısına katıldım. Bahar Yaka’nın Bakırköy’deki Miss Caramal isimli glutensiz ürünler imal ettiği sevimli dükkanında 17 mutfak kültürü sever bir araya geldik. Hocamız şef Emrullah Gümüştaş ile tanıştık, o açılış babında biraz mutfak kültürü hakkında konuştu, biz dinledik, o ekşi-tatlı-acılı sahanda yumurta pişirdi, biz yedik. ( Bahar Yaka’nın bizleri doyurmak için hazırladıklarını da unutmamak lazım ). Hocamız bize gelecek ay için ödev verdi, biz ise ödev konumuzu kendimiz seçtik. Ben Türk peynirleri üzerine bir araştırma yapacağım. Herkes seçtiği konu hakkındaki çalışmasını birbiri ile paylaşacak. Bu süreç her ay devam edecek. Düşünüyorum da sonunda harika bir kaynakça oluşacak herhalde. Bir sonraki toplantının 28 Mayıs’da olmasına karar verdik. Ancak Mayıs ayının 7’sinde Feshane’de gerçekleşecek olan Osmanlı-Türk Mutfağı Etkinlik ve Yarışmasına biz de izleyici, tadıcı, etrafı karıştırıcı olarak gideceğiz. Grup çok hoş insanlardan oluşuyor. Bahar Hanım 23 Nisan’nın yaşgünüm ve benim de bir şarap sever olduğumu bildiği için grup adına bana ahşap gövdeli bir turpişon almış. Böyle zarif bir davranış bana sanki iki kanat taktı ve ayaklarımı yerden kesti.

Toplantı sonrasında ağzım kulaklarımda anneanneme, Bağdat caddesine geçmek üzere Bakırköy Deniz Otobüslerine gittim. Üst geçitten sahil tarafına ulaştığımda çingene kadınlar önüme çıktı. Tam yanlarından geçerken biri elimi tuttu. Şaşırdım. “Aç avcunu ” dedi. “Ay yok ” dedim elimi çekmeye çalışarak. Bırakmadı. “Ben inanmıyorum, hem korkuyorum, istemiyorum” diye elimi yine çekmeye çalıştım. Peşpeşe bir sürü tam çözemediğim şeyler söylemeye başladı kafiyeli. Ne diyor diye anlamaya çalışırken parmaklarımı araladı. “Sıkılmışsın, üstünden atıyorsun, büyük mutluluk var, haram para yemiyorsun, çok çalışıyorsun, nazarın çok, herkesi kendin gibi temiz biliyorsun, herkese dostluk gösteriyorsun ama değil, uzun boylu esmer kadına dikkat et. Büyük hastalık geçirmişsin, geçmiş olsun, bu kadar” dedi. Elime bir çiçek tutuşturdu ve tabii ki yaptığımız sıkı pazarlık sonucu parasını da aldı. Acaba ben aptal mıyım?

Anneannemin evindeki inşaat yüzünden yerle gök birbirine karışmıştı. Dedemin kütüphanesi olduğu gibi salona taşınmış. Her yer öteberi dolu. Mutfak dağınık. Anneannem 1970′lere ait gazete kupürlerini bulmuş dedemin kestiği. Kah güldük, kah hüzünlendik, dedemi andık. Büyük dayı ve eşi geldi. Kek, çörek yedik, çay içtik. “Eh” dedim, “yolcu yolunda gerek, ben kalkayım”.

Bizim tarafa geçtiğimde “acaba sinema mı yapsam” diyerek G-mall’a gittim. Ayşe ile telefonda konuşurken tanıdık bir sima önümde durdu. Dikkatle bakmadım ama sonradan “Ben bu kişiyi bir yerden tanıyorum” diye kaşlarım çatıldı. Derken bir şimşek çaktı kafamda. Ergün. Sonra kendimi ayıpladım, kaç yıl geçti aradan? Yedi? Değişmiş, zaten zayıftı daha da zayıflamış. Ben anlamıyorum, erkekler galiba kadınların çok fit tiplerden hoşlandığını sanıyor. Oysa ki yanılıyorlar. Erkeğe kararınca fazla kilo bence çok yakışır. Kadın içinde aynı şey geçerli. Hayatı dolu dolu, en içinden yaşayan insanların abartmadan aldıkları fazla kiloları onlara çok yakışır. İnsanların kapladığı hacim, onların etkileme ve kalıcılık gücü ile doğru orantılıdır. Belki benim fazla kilolarım olduğu için bana böyle geliyor olabilir ama ben kendimden genelde memnunum. Hatta “ah üç-beş kilo versem ne güzel olur”, “keşke bacaklarım ince ve uzun olsaydı” diye kafamda sözde sıkıntılar yaratmak bile hoş. Mükemmel olmak adına sunilik kostümünü üstüne giyen, estetik üstüne estetik olan, aç dolaşan insanlar sağlıkları, mutlulukları ve doğallıkları ile oynayarak aslında ne büyük riske atıyorlar kendilerini. Benim yaşım ilerliyor. Sağlığımın bozuk olduğu dönemlerden kalan çeşitli izlerime yaşla beraber gelenlerde ekleniyor şimdi. Ben her sabah aynaya baktığımda “Sen yaşıyorsun İpek” diyorum gülerek. Yaşayabilmek en büyük armağan, en büyük mutluluk. :) İyi ki doğdum.

 


16 Şubat 2009

DAVID FINCHER’IN BENJAMİN BUTTON’UN TUHAF HİKAYESİ ÜZERİNE

Bugün öğleden sonra Yaprak’ı anneanne ve dedeye bırakarak, kelime yerinde ise adeta uçarcasına David Fincher’ın yönettiği, senaryosunu Oscar ödüllü Eric Roth ve Robin Swicord’un yazdığı, başrollerini Brad Pitt (Benjamin Button), Cate Blanchett (Daisy), Taraji P. Henson (Queenie), Julia Ormond (Caroline), Jason Flemyng (Thomas Button), Elias Koteas (Mösyö Gateau) ve Tilda Swinton’ın (Elizabeth Abbott) paylaştığı “Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi”‘ne gittim.

Evettt, her zamanki gibi film için kuşbakışı yorumum “çok olumlu”, zaten şimdiye kadar bloguma “bu film kötüydü” diye hiç yazmadım çünkü kötü olacağını hissettiğim hiçbir filme gitmiyorum, izlemiyorum.  “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” inde, ana hikaye içinde anlatılan ufak hikayecikler beni çok etkiledi diye yazarak aklımdakileri klavyeye ve ekrana dökmeye başlayabilirim. Film içine serpiştirilmiş, kimi zaman ana hikaye ile doğrudan ilgili, kimi zaman da ilgisiz görünen minik senaryocuklar ve sözkonusu senaryocuklarda kullanılan çekim tekniklerinin farklılığı ayrı bir canlılık katıyor akışa. Hollywood’un son dönemde gerek filmler, gerek dizilerde çok kullandığı yarı espirili, yarı mesaj içeren bu küçük pencerecikler kimi zaman ağırlaşan tempoda bir serin meltem gibi ferahlatıyor izleyiciyi. (Örneğin hayatı boyunca yedi defa yıldırım çarpan ihtiyarın film boyunca devam eden ve en dramatik sahnelerde birden yüzünüzde gülümsemeye neden olan minik hikayesi ).

İkinci üstünde durmadan edemeyeceğim nokta ise film boyunca Brad Pitt, Cate Blanchett ve Taraji P. Henson’a uygulanan mükemmel nitelikteki makyaj. Hatta bir ara kendi kendime “olamaz, kesin bilgisayar hileleri vardır” bile dediğimi itiraf ediyorum. Elbet filmin başında çocuk ama yaşlı Benjamin’nin yüzü ile vücudu farklı kişilerde realize edilmişti ama filmin sonuna doğru 17′li yaşlarına dönen yaşlı Benjamin’de Brad Pitt’ın makyajı inanılmazdı. Uzun yıllar anneannemle çok vakit geçirmiş biri olarak “Daisy” yani Cate Blanchett’ın hastane yatağındaki teninin inceliği, rengi ve özellikle de gözlerindeki o “feri sönmüşlük” bana adeta anneannemi geri getirdi. Çok az göz önüne gelse bile Benjamin’in annesi Queenie’yi canlandıran Taraji P. Henson’a yaşlılık döneminde uygulanan makyaj ve vücut deformasyonu da çok iyiydi.

“Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi” F. Scott Fitzgerald’ın bir kısa hikayesinden senaryolaştırılmış. Film, 1918 yılında, hayata 86 yaşında bir ihtiyar adamın fiziksel özellikleri ile gelen Benjamin’in günler ilerledikçe gençleşen bedeni ama yaşlanan aklının hikayesini anlatıyor. Film başından sonuna kadar “hayata asılmak, hayatın peşini her ne olursa olsun bırakmamak” teması üzerine kurulu. “Yaşlı” doğan bebeğin belki hayatta tek barınabileceği yer olan bir yaşlılar evinin önüne şans eseri terkedilmesi, garabet kabul edilmesine rağmen inançlı, annelik hasreti çeken bir zenci kadının kollarında büyük sevgi içinde büyümesi, daha dokuz-on yaşlarındayken bir çift mavi göze herşeye rağmen aşık olması, fiziksel yetersizliğin getirdiği beklentisizliğin aslında onu hayatta tutan yegane güç olması, bedeni gençleştikçe ve hayatla tanıştıkça, yaşamda tek peşinden gidilmeye değecek şeyin aşk olduğunu görmesi, aşka karşı duyduğu büyük sorumluluk ve yine aşk uğruna hayattaki herşeyini geride bırakması bence sadece “herkesin yaşamaya hakkı olması” ve karşılığında “yaşama duyulan tutkulu bağ” ile açıklanabilir.

Brad Pitt’in çoğu zaman donuk ama yumuşak Benjamin tiplemesini çok beğendim. Hayata yaşlılık yeterlilikleri ve yaşıtlarına göre büyük farklılık, daha doğrusu eksiklik ile başlayan böylesine uç bir karakterin mimik ve jestlerini çok kullanması sanırım fazla sırıtırdı.  Cate Blanchett bana göre zamanımızın en iyi kadın oyuncularından ve Daisy rolünün üstesinden başarıyla geliyor. Ama benim filmdeki favorim Queenie’yi canlandıran Taraji P. Henson’dı.

13 dalda Oscar adayı olan “Benjamin Franklin’in Tuhaf Hikayesi”nin rakiplerinin bir çoğunu seyretmedim. Ama en iyi erkek oyuncuda Brad Pitt’in, en iyi yardımcı kadın oyuncuda Taraji P. Henson’un, en iyi uyarlanmış senaryoda Eric Roth ve Robin Swicord’un, en iyi makyaj’da Greg Cannom’un ödül almasını çok isterim. Ayrıca en iyi ses, en iyi görsel efekt, en iyi müzik, en iyi yönetmen, en iyi film, en iyi sinematoğrafi, en iyi kostüm, en iyi sanat yönetmenliği dalları ne olur bilemem.

Film hakkındaki yazımı bana yöneltilen “sen hayatını yaşlılılıktan gençliğe doğru yaşamak ister miydin? sorusuna cevapla bitireyim. Benjamin’in hayatı indisi, çıktısı, artısı, eksisiyle devam ediyor ve sonunda sevdiği kadının kollarında onun gözlerinin içine bakarken sona eriyor. Biz sıradan günlük hayatlarımız içinde bin türlü saçmalık ile debelenip dururken Benjamin’in tuhaf hikayesini yaşayabilmek, herkesten ‘gerçekten’ farklı olabilmek neden cazip gelmesin ki, yeter ki insan kendisiyle ve dünyayla barışık olsun …

 


18 Şubat 2006
DIAMONDS ARE THE GIRLS BEST FRIEND
COSTER DIAMONDS BV
Paulus Potterstrat 2-8 1071 CZ Amsterdam
Coster Diamonds Rijks Müzesinin karşısında birbirine köprü ile bağlanmış iki binada yer alan, 1840′da kurulmuş Amsterdam’ın ünlü pırlanta atölye ve satış merkezlerinden biri. Birinci binanın alt katında atölyeler ( ustalarla konuşabiliyorsunuz. Ben pırlanta pırlatan ustaya “yanlış birşey yapıp bozarsanız ne oluyor? ” diye sordum. “Atıyoruz” dedi. Ben de ” O zaman bana doğru atabilirsiniz” dedim. Güldük. ) Üst katında özel satış odaları, ikinci binada ise çeşitli markaların satış reyonları var.

Satış reyonlarında çeşit çeşit birbirinden güzel takı vardı. Ben çok sevimli bir satıcı kızın ısrarı ile yüzüklere bakmaya başladım. Sonunda kız sanırım benim ne tip şeylerden hoşlandığımı anladı ve bu yüzüğü çekmeceden çıkardı. Almamak için kendimi zor tuttum. Almamam için iki büyük neden vardı. Birincisi, bu yüzüğü almak için evlilik gibi bir neden gerekti. Hadi onu geçelim, asıl İstanbul’da “fuzuli alışveriş” ithamları ile başımı ağrıtabilecek bir ‘anne’ varlığı söz konusuydu. Maalesef hayatımdaki sayılı pişmanlıktan birini yaşıyorum şu an. Annem yüzüğün fotoğrafını görünce “niye almadın ?” dedi sordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. ”Senin yüzünden” dedim. Kaçırmışsın dercesine kınayıcı bir şekilde “Alsaymışsın keşke” dedi, ”Üzülme, olur böyle şeyler” . (bu da oturduğum yerden ayağa kalkıp kafamı duvarlara vurmak istediğim an işte )

Çok zarif ve güzel değil mi?

Dünyanın hali belli olmaz, şimdi alamadım ama bir dahaki sefere neden olmasın? :)

Bana gösterilen ilgi ve samimiyete karşılık ben de biraz Coster Diamonds’ın reklamını yapayım bari.


22 Nisan 2006

SANAT PEŞİNDE

Üç yıl önce Sanat Tarihi üzerine master yapabilme olasılığımı araştırmıştım. Dört yıllık lisans eğitimi boyunca verilen ana dersleri almam gereken sıkıştırılmış bir yıllık program sonrasında, en az üç yıl sürecek yüksek lisans programına dahil olabileceğimi söylemişlerdi. Bu süreç boyunca ise asla bir işte çalışamayacağımı çünkü hayatımın kütüphanelerde ve kitap okuyarak geçeceğini eklemişlerdi. Kütüphanelere ve kitap okumaya tamam, dört seneye tamam ama şu herhangi bir işte çalışamayacak olmak parlayan gözlerimin solmasına, gülen yüzümün asılmasına neden olmuştu. Hala gözlerim solgun ve yüzüm asık.

Sanat bana öyle büyük bir haz yaşatıyor ki. Her incelediğim eserle, varlığında yaratıcılık unsuru ağır basan bir kişinin daha ruhuna ulaşabiliyorum. İyi sanat, kötü sanat, gerçek sanat, sahte sanat…sanatla iç içe yaşamayı seçenler aynen gündelik hayatlarında insanları sıfatlandırabildiği gibi eserleri de ayrıştırabiliyor. “İlk görüş-ilk algı” denilen kavram insan değerlendirirken ne kadar geçerli ise, sanat için de geçerli. Yüreğiniz bir insanı ya sever, ya sevmez. Ama zaman içinde sevmediğiniz insandaki vasıfları gördükçe ilk görüşümüz bazen bir parça, bazen de çokça törpülenir, değişir. Sanat eserinde de bazen ilk bakışta hiç hoşlanmadığınız bir yapıtın inceledikçe teknik özelliklerine hayran oluruz. Sizi hiç düşünmediğiniz, hissetmediğiniz derinliklere ulaştırabilir. Bu nedenle nasıl hiçbir insana kapımızı tümüyle kapatmamalıysak, bütün sanat akımları veya yapıtlarına da zihnimizi ve yüreğimizi hep açık tutabilmeliyiz.

Modern sanat gözün gördüğü dış dünyayı reddederek bizi sanatçıların iç dünyalarına götürür. Kafamda soru işareti oluşmasına neden olan eserleri hiç unutmam ben örneğin. Beni düşündürürler. Düşünmek gibi zor bir prosese eğer bir sanat eseri sizi sokabiliyorsa onu ciddiye alın. Eğer bir yapıt sizi nedensizce heyecanlandırabiliyorsa onu ciddiye alın. Eğer bir ürün sizi irkiltebiliyor hatta sizde hoşnutsuzluk yaratıyorsa onu ciddiye alın. Çünkü bilin ki o sanatçı sizin ruhunuza dokunmuştur. Eğer sanat sizi zorluyorsa ona sahip çıkın, çünkü bilin ki zorla mücadele etmek sizi aslında özlemini çektiğiniz, şu an olamadığınız o doğru, o estetik, o yaratıcı dünyaya taşıyacaktır.

Yazdıklarımdan da benim sabah, akşam sanat içinde yaşadığım da kesinlikle anlaşılmamalı. Sanat bir hobi. Seyahat de bir hobi. Okumak da. Aslında çalışmak da benim için bir hobi. Bence hayatta hiçbir şeyi ‘zorunluluk’ haline dönüştürmemeliyiz. Zorunluluklar neden doğar ? Borçlanmaktan herhalde. Manevi veya maddi olarak borçlanabilir veya borçlandığını hissedebilir insanlar. Hmmm……..borçlanmak çok karmaşık, bütün kavramlar gibi. Sanattan girip, nasıl borçlanmaya ulaştık anlamadım…Allah Allah…:):)

Artık sanat meselelerini kapatıp yarının benim yaşgünüm olduğundan bahsedebiliriz. Evet, yarın yani 23 Nisan benim yaşgünüm. 34 yaşımı bitiriyorum. Ay çok büyüdüm. Bu büyümenin şerefine şimdi kendime Madrid’den almış olduğum Kalifornia 2001 Zinfandel’i açtım. Güzel şarap. İspanya’dan neden Kalifornia şarabı aldığımı ise bilmiyorum, Zinfandel olduğu için herhalde :)


22 Nisan 2009

BLOG ÖDÜLLERİ 2009 

Geçen yıl Eve’s Eyes blogumla ilk defa tecrübe ettiğim Blog Ödülleri’nin bu yıl ikincisi düzenlendi. Ben de ödüllerin 2009 ayağına iki blogumla katıldım. Biri elbet Aya Mediven Kurduk.biz, diğeri ise Minik Yaprak’ın Günlüğü. Geçen yıla göre çok daha organize olan Blog Ödülleri 2009 da kategori sayısı arttırılmış ve çok kuvvetli sponsorler bulunmuş. Geçen pazar günü de Hürriyet İK gazetesinde organizasyonu düzenleyen ekip ve yürüttükleri süreç hakkında bolca bilgi bulunan bir makale çıktı.

Ödüllere katılım sürecinde bloglarımı kayıt ettikten sonra bir süre onaylanmaları için bekledim. 11 Nisan’dan itibaren de halka açık oylamalar başladı. Büyük bir heyacanla 3-5-25-50 derken oylarım her iki kategoride de yüzü aştı. Bloglarımın tanınması bakımından çok memnun olduğumu söylemeliyim. Benim bloglarımdan haberdar olmayan birçok arkadaşımdan beni motive eden takdir dolu sözler duydum. Oy toplama aşamasında bana destek olan ablam Başak, kardeşim Alp ve sevgili dostum Nevra’ya da ayrıca çok teşekkür etmem lazım.

Bugün ayın 22’si. Oylamalar 26 Nisan Pazar günü sonlanıyor. Önümüzde dört gün kaldı. Ben halen ulaşabildiğim her noktaya mesajlarımı iletiyorum. Bloglarıma bakmalarını ve bloglarımın sıralamadaki yerlerini yukarı çekebilmek için oy vererek destek olmalarını istiyorum. Elbet birçok kişi de “Ne durumdasın?” diye soruyor. Aşağıda her iki kategorideki ilk onun listesini görebilirsiniz. Aya Merdiven Kurduk ile 133 blog arasından 4. sıradayım, Minik Yaprak’ın Günlüğü ile ise 22 blog arasında yine 4.yüm. Önümüzdeki günler bu listeyi ne derecede değiştirir bilemiyorum ama halen bütün blogların oy toplamaya çalıştığını da takip edebiliyorum. Alttan gelen rakiplerim çok yakın, üstündekilere ise ben çok yakınım. Kısacası “çıkmayan candan ümit kesilmez” diyorum ve oylarınızı bekliyorum :)

Efes Pilsen Kültür Sanat Kategorisi ( toplam 133 blog ) OYLAMA BİTMİŞTİR

1. Madde Bağımlısı 212
2. Sanatlog 210
3. Güneşin Tam İçinde 179
4. AYA MERDİVEN KURDUK.biz 140
5. Şehriderya 122
6. Deneme Yazıları 121
7. Farklı Tarih 119
8. İyi Kötü Film 116
9. Sinemaestro 103
10. Kocaeli Etkinlik ve Haberleri 79 oy

Coca Cola Aile Kategorisi ( toplam 22 blog ) OYLAMA BİTMİŞTİR

1. Ali, Babası ve Kırk Haramiler 451
2. Baba Olmak 323
3. Savaş Çocukları 308
4. MİNİK YAPRAK’IN GÜNLÜĞÜ 185 oy
5. Pi-nik Kuş 143
6. Karpuz Suyu 125
7. Zeynep’in 365 günü ve devamı 94
8. Çocukla Hayat 74
9. Mira’nın Bahçesi 71
10. İrem Kayra’nın Günlüğü 63


15 Mayıs 2008

BARSELONA ÜÇLEMESİ 3: PABLO PİCASSO 

KISACA HAYATI

Pablo Ruiz 25 Ekim 1881′de Melaga’da doğdu, 8 Nisan 1973′de Mougins’de öldü. Sanatçı olarak kullandığı “Picasso” annesinin kızlık soyadıdır. Resim öğretmeni olan babası Jose Ruiz Blasco’nun etkisiyle küçük yaşta resim yapmaya başladı. Bir süre Barselona Güzel Sanatlar Akademisi’ne ve Madrid’deki Real Academia de Bellas Artes de San Fernando’ya devam etti. Genç sanatçı akademide derslerine girmekten çok müzeleri, en başta tabii Prado’yu ve sanatçı meyhanelerini ziyaret etmeye başladı. Sonunda akademik eğitimden sıkılıp okulu yarım bıraktı, Barselona’ya yerleşerek çeşitli sanatçıları etrafında topladı. 1900-1901 yıllarında Madrid’de Francisco de Assis Soler ile birlikte Arte Joven ( Genç Sanat ) adlı dergiyi çıkardı. İlk ses getirensergilerini açtı.

O zamanlar her genç sanatçının mutlaka ziyaret etmesi gereken, sanatın Kabe’si olarak kabul edilen Paris’e gidip gelmeye başladı. Ancak 1901′de Paris’de sergilenen yetmi beş yapıtı pek ilgi görmedi. 1904′de Paris’e yerleşti. Kısa zamanda Braque (fotoğrafta Picasso, Braque beraber), Matisse, Derain, Henri Rousseau gibi ressamlar ve Max Jacob, Apollinaire gibi şairlerle dostluk kurdu. Ünü özellikle Paris’de yaşayan Amerikalılar arasında yayılmaya başladı. 1911′de A.B.D.’de A Stieglitz‘in galerisinde ilk kişisel sergisini açıldı. 1914′den sonra Diaghilev’in Rus Baleleri için çeşitli sahne ve kostüm tasarımları yaptı. 1925′de ilk Sürrealistler (Gerçeküstücüler) sergisine katıldı. 1927-1937 arasında birçok kitap resimledi. 1930′dan sonra heykel yapmaya başladı. 1937′de İspanyol Hükümetinin isteği üzerine Paris Dünya Sergisi’ndeki İspanyol Pavyonu için hazırladığı Guernica adlı yapıtı büyük ilgi uyandırdı. 1939′da New York’da açtığı sergi ününün A.B.D.’de de yayılmasını sağladı. 1944′de açılan Salon d’Automme sergisinde özel olarak ona ayrılan salonda yetmişbeş yapıtını sergiledi.

Aynı yıl Fransız Komünist Partisi’ne giren Picasso, 1945′de Fernand Mourlot‘un (fotoğrafta Mourlot Joan Miro ile beraber ayakta solda) atölyesinde yoğun taşbaskı (litografi) çalışmasına girişti. 1946′da Grimaldi Müzesi’nin çağrılısı olarak gittiği Antibes’de yaptığı bütün resimleri bu müzeye bağışladı. 1947′de Güney Fransa’daki Vallauris’te Modoura fabrikasında ürettiği iki bin parçalık seramikle gözden düşmüş olan bu sanatı yeniden canlandırdı .

2. Dünya Savaşı sonrasında ünü efsane boyutlara ulaştı. 1949′da Paris’deki Barış Konferansı için yaptığıgüvercinli afiş bütün dünyaya yayıldı. 1955-61 arasında Cannes’daki La California ve Provance’daki Vauvenargues şatolarında yoğun bir çalışma dönemi yaşadı. 1966′da geçirdiği ameliyattan sonra bir süre yanlız çizim ve gravür çalıştı. 1969′da yine tuval resmine döndü ve bir yıl içinde 165 resim yaptı.

ÇEŞİTLİLİĞİN USTASI PICASSO’NUN SANATI

Mavi Dönem

Picasso 1901′deki ilk Paris seyahati sonrasında empresyonist ( izlenimci) Cezanne, Degas, ve Toulouse-Lautrec‘in eserleri ile tanıştı ve çok etkilendi. Onlardan esinlenerek kendisi de toplumun kenarında yaşayan marjinal veya yoksul insanların, dilencilerin, evsizlerin ve meyhanelerde pinekleyen yanlızlarıntrajik resimlerini yapmaya başladı. Ancak Picasso emprestyonistlere kıyasla ifade biçimini gerek renk, gerekse biçim açısından asgari düzeyde tutmuştur. Net, konturları belirgin yüzeysel figürler ve neredeyse siyah beyaza yaklaşan bir renklendirme bu erken dönem yapıtlarının başlıca özellikleridir. Bu resimleri Nabiler (resim Pierre Bonnard) ve Simgecilerin (Sembolistler/ resim Odilon Redon) izlerini taşımakla beraber, derinliği fazla olmayan bir mekan içindeki uzatılmış figürleri ile dikkat çeker. (Mesela ben bu dönemde 16. yy Maniyerizm etkisi de görüyorum, bu kadar Prado’da vakit geçiren bir insanın El Greco’dan etkilenmemesi imkansız) 1901-04 yılları arasında yaptığı resimler soğuk bir mavi-yeşil tonunda olduğundan Picasso’nun bu evresine “Mavi Dönem” adı verilmiştir. ( Üst resim : Kendi Portresi )

Pembe Dönem

Picasso 23 yaşındayken nihai olarak Paris’e yerleşti. Fransa artık onun ikinci vatanı olmuştu. Büyük bir coşku ile Paris’in bohem hayatının içine dalan sanatçı özellikle sanatçıların mahallesi Montmartre’daki yaşantıya büyük hayranlık duyuyordu. Birçok resminde Montmartre sokaklarındaki hokkabazları ve sirk artistleribetimlemiştir. Daha mutlu bir dönemi yansıtan bu resimlerine pembe ve pembemsi gri tonları ağır bastığı için 1904-06 arasındaki döneme “Pembe Dönem” denmektedir. Bu dönemin resimleri Mavi Dönem’e kıyasla daha kütlesel bir biçim anlayışındadır.

Picasso’nun 1905′de , kısa süren bir Hollanda gezisinden Paris’e döndükten sonra yaptığı resimlerde, Cezanne etkisinin yanısıra, kütle ve hacmin giderek vurgulandığı, buna koşut olarakta biçimin heykelsi sağlamlığının arttığı görülür. Bu gelişmenin daha ileriki aşamalarının ürünü olan Gertrude Stein’in Portresi ve İki Çıplak gibi resimlerde önceki dönemlerin duygusallığı ve yanılsamacı gerçekliği bütünüyle kaybolmuştur.

Picasso, meslekdaşı Georges Braque ile birlikte galerici Ambroise Vollard ile tanışır. Vollard, Cezanne, Picasso, Renoir , Bonnard gibi sanatçılar tarafından resmedilmiş, dönemin sanat camiasının çok önemli bir kişiliğidir. Vollard 1906′da Pembe Dönem’e ait tüm eserleri satın almış ve o güne kadar oldukça yoksul bir hayat süren genç sanatçıya ilk kez para derdinden uzak bir yaratıcılık evresi sağlamıştır.

İlkel Sanatların Etkisi

1906 yazında Louvre’da gördüğü İberya Heykel Sergisi’nin Picasso’nun sanatı üstünde köklü bir etkisi olmuştur. Ertesi yıl yaptığı Avignon’lu Kızlar (yukarıda) sol yanındaki figürlerde ve bu resim için hazırladığı çeşitli taslaklarda İberya heykel sanatının ilkel olduğu oranda dışavurumcu (ekspresyonist) bir özellik içeren biçimlerini kullanmıştır. Erken dönem eserlerine bakıpi bu skandallar yaratan resmi yapacağına dairhiçbir işaret almak mümkün değildi. “Avignon’lu Kızlar”la büyük ihtimalle fahişeleri kasdediyordu, resim içeriği ile değil, figürlerini, mekanı parçalama ve bozma tarzıyla insanları şok etti. Birçok çağdaşı gibi Picasso’da resminde ifadeyi güçlendirecek yeni yollar ve araçlar peşindeydi. Öte yandan Etnografya Müzesi’nde gördüğü Afrika Zenci Sanatı Sergisi’de gözlemlediği “ilkel” sanat ve arkaik görüntü veren maskelerin etkisiyle, resmin sağ yanındaki iki figüre daha da vurucu bir anlatım kazandırmıştır. Maske takmış izlenimi veren suratlar seyircinin yüzüne dik dik bakarlar ve figürlere sinir bozucu bir hava verirler. Vücutları tuhaf bir şekilde döndürülmüş bu iki yaratığın yanına bir de, kollarını klasik betimlemelerdeki gibi başının arkasına kavuşturmuş üç nü, daha doğrusu nülerin geometrik çözümleri yerleştirilmiştir. Picasso’nun bir arkadaşının dediği gibi bu “baltayla parçalarına ayrılmış” vücutlar ten renginin ağır bastığı resme tanımlaması zor bir gerilim kazandırır. Bu yapıtın Kübizm’in ilk örneği sayılması, anlatımcı özelliklerinden değil, derinliksiz bir mekan içindeki figürlerin geometrik ve düz alanlara bölünerek düzenlemesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Picasso bunu izleyen yıllarda, anlatımcı özellikleri iyice ayıklayarak yalnızca geometrik hacim ve yüzey üstüne temellenen katıksız biçim araştırmalarına yönlenmiştir.

Kübist Resimler

Picasso 1909′da İspanya’nın Horta de San Juan bölgesinden yaptığı manzaralarda görüntüyü oluşturan tüm biçimleri geometrik temel ögelere indirgeyen biçim anlayışı ile Kübizm’in, Cezanne’ı çağrıştıran en etkili örneklerini vermiş, Paris’e döndükten sonra aynı anlalayışı figürlere de uygulamıştır. O, Cezanne’ın tüm resimsel formları daire, oval ve dikdörtgene indirgeme arzusuna, bedenleri radikal bir biçimde “geometrilendirerek” ve yabancılaştırarak ve mekansal perspektifi ortadan kaldırarak cevap verir.

Yüzyılın ilk yarısında kendilerini yanlız soyutlamaya hasreden diğer soyut sanatçıların tersine Picasso hayatı boyunca motiflere sadık kalmış, ancak onları eski bağlamlarından kopararak yeni anlamlar yüklemiştir. Motif ve nesne onun resimlerinin estetiğinin bir ögesidir. Ona göre bir resim daima resim içi kanunlar ışığında tasarlanmalıdır. İşte bu yüzden resimlerde nesneler parçalara ayrılır ve sonra, ister “simultane perspktif” üslupta, isterse soyut kristalleri andırırcasın, isterse biçimsel estetiğin kurallarına göre yeniden birleştirir. Dora Maar’ın portresindeki gibi iki görüntüyü, ön ve profili birleştiren başlar sanatının alamet-i farikası haline gelir. İzleyen yıllarda Ambroise Vollard ve Daniel Henri Kahnweiler gibi Analitik Kübizmin başyapıtları sayılan portrelerinde figür ve çevre ögeleri arasında hiçbir ayrım güdmeden tüm resim yüzeyini küçük geometrik düzlemler halinde işlemiştir.

Nesnelerin, parçalanmalarından ötürü, giderek tanınmaz bir görünüm kazanmalarını önlemek için Picasso, daha önce Braque’ın denediği bir uygulamaya başvurarak renklendirilmiş kağıtları ve gerçek resimleri yapıştırma resim (kolaj) olarak kullanmıştır. Papier Colle adı verilen bu uygulamadaki yapıştırılmış ögeler, tuvalin iki boyutluluğunu vurgulamak ve konunun kavramasını kolaylaştırmak gibi ikili bir amaca hizmet eder. Bireşimci (Sentetik) Kübizm kapsamına giren bu resimlerde düz bir biçimde sürülen renkler geniş yüzeyleri kaplamaktadır.

I. Dünya Savaşı Sonrası

Picasso 1. Dünya Savaşı sonrası üslubunda iki farklı yol denemiştir. Kübizmin uzantısı bir biçim anlayışının egemen olduğu resimlerin yanı sıra, klasik nitelik taşıyan ürünler de vermiştir. Kübizm ağırlıklı resimlerinde yapıştırma resim ögelerinin ayıklandığı, figürlerin yüzeysel ve geometrik biçimde ele aldığı görülür. 1915′den sonra yaptığı yarım boy portre desenlerinde ve karısı Olga Koklova’yı konu aldığı yağlıboya resimlerinde ise, Ingres’den türetilmiş, eski Yunan sanatını hatırlatan imajları ile, modellerinin kişiliklerini yakalamakta büyük başarı göstermiştir. Bu resimlerde hafif renklendirilmiş kadınlar çok stilize olmalarına ve çevrelerinde herhangi bir mekan bulunmayışına rağman gayet somut ve canlı bir izlenim uyandırırlar. Gene bu yıllardaki tiyatro dekoru tasarımlarında daha gerçekçi olmakla birlikte Kübizm kökenli bir biçim anlayışının örneklerini vermiştir.

Picasso 1920 sonrası yapıtlarında, Kübizm, Yeni Klasikçilik ( Neo-Kalsizm), Ekspresyonizm(Dışavurumculuk) ve Sürrealizm (Gerçeküstücülük) gibi akımların çerçevesinde gelişen denemeler yaptığıgörülür. Örneğin bu yılların en güçlü resimlerinden ikisi Yeni Klasikçi “Sahilde Koşan Kadınlar” (yukarıda) ve Üç Müzisyen onun Kübist deneylerinin yetkin bir birleşimi niteliğindedir. Yeni Klasikçi resimlerinde çoğunlukla kadın ve çocukları konu almış, aşırı kütlesel ele alınmış figürler, bütün resim yüzeyini kaplayacak kadar iri ve dev boyuttadır.

Sürrealist (Gerçeküstücü) Ögeler – Savaş Karşıtı Resimler

Picasso Sürrealizmi hiçbir zaman tam anlamıyla benimsememiş, yalnız bazı özelliklerini kendi anlayışı doğrultusunda özümsemekle yetinmiştir. Örneğin, sürrealist etkilerin açıkça duyulduğu Üç Dansçı, bu akımın otomatizm ve çağrışımlar kavramlarını barındıramayacak kadar akılcı bir yaklaşımın ürünüdür. Bu resimdeki sürrealist hava figürlerin dönme hareketinin birkaç farklı boyut içinde çoğaltılmış olmasından kaynaklanır. Konuyu yakın bir bakış açısından ele aldığı için de perspektiften yararlanarak biçimi alabildiğine bozmş, böylece bir hayli çarpıcı etkiler yaratmıştır.

Picaso’nun 1930′larda yaptığı Değişimler dizisiyle başlayan ünlü Sürrealist-Ekspresif (gerçeküstücü-anlatımcı) nitelikli biçim anlayış, Guernica’sında (yukarıda) en yetkin anlatımına ulaşır. Öte yandan 1937 öncesinin boğa güreşi ve Minotauros konulu dizilerinin dehşet dolu havası Guernica’da yansıtılan vahşetin habercisi niteliğindedir.

Guernica, Cumhuriyetçi Picasso’nun İspanya İç Savaşı nedeniyle duygularını dışavurması için bir araç olmuştur. Burada, bir Bask kasabası olan Guernica’nın General Franco’ya yardım eden Alman uçaklarınca bombalanarak 45 dakikada yok edilişi konu alınmışsa da, adı dışında resmin bu olayla ilgili olduğunu belli edecek herhangi bir ipucu yoktur. Aslında yapıtta Gurenica aracılığıyla insanlığın 1940′ların başında karşı karşıya kaldığı felaket , daha genel anlamıyla bütün savaşların yol açtığı felaketler betimlenmiştir. Sanatın salt biçimsel motiflere yöneldiği bu dönemde Guernica, içerdiği insancıl duygular açısından 20.yy’ın trajik bir anlatımı olduğu içinde ayrı bir öneme sahiptir. Resmin çarpıcılığı, matematiksel kesinlikteki biçimsel düzenin, grotesk (ucubik) bir düzeye indirgenmiş vahşet havası ile çatışmasından kaynaklanır. Çığlık atan, ölü çocuğunu kucağında tutan kadın Michelangelo’nun Pieta tasvirini anımsatır. Parçalanmış bedenler arasında Minotauros boğası, kaba kuvvetin yarattığı vahşetin bir simgesi olarak dimdik ayakta duran tek varlıktır. Kübizm kökenli bir biçim anlayışının hakim olduğu resmin yanlızca siyah beyaz renkler ve gri tonlarıyla işlenmiş olması dramatk etkiyi daha güçlü kılmaktadır.

Picasso bir ressam olarak siyasi tavır almayı son derece normal buluyordu. “Siz sanatçının ne olduğunu zanndiyorsunuz ki? Gözlerinden başka birşeyi olmayan gerizekalı mı? Hayır, resim sanatı evlerin duvarlarını süslesin diye icat edilmedi. O, düşmana karşı bir silah ve savunma aracıdır”. Picasso 1944′de Fransız Komünist Partisi’ne üye oldu.

Picasso Guernica’yı izleyen yıllarda gerçekleştirdiği bir dizi Ağlayan Kadın resminde bu dramatik anlatımın daha etkili biçimlerini elde etmiştir. Benzer bir anlatım hayvan kafataslarını konu aldığı natürmortlarına da yansımıştır. Öte yandan başta taşbaskı olmak üzere, 1945′ten sonra çeşitli tekniklerle yaptığı sayısız resimde eski Yunan-Roma kaynaklarından türettiği tiplerle kendine özgü bir mitoloji dünyası yaratmıştır.

Heykel Çalışmaları

1944-52 arası, Picasso’nun heykel alanındaki üretiminin en yoğun olduğu dönemlerden biridir. Bazı uzmanlar onu, Kuzu Taşıyan Adam, Maymun ve Yavrusu, Keçi, vb. bu dönem heykelleri nedeniyle çağın en büyük heykelcisi olarakb nitelemişlerdir. Picasso bu yapıtlarında ilginç buluşları kullanmış, örneğin Boğa Başı adlı heykeli, bir bisikletin selesi ile didonunun birleştirerek gerçekleştirmiştir. Çeşitli telleri ve metal yüzeyleri bütünleştirerek oluşturduğu bir dizi kadın heykelinde ise, biçimin doluluk ve boşluk ilişkilerini araştırmaya yönelmiştir. (yukarıda)

Diğer Çalışmaları

Picasso’nun 1950′den sonra yaptığı Savaş, Barış ve Kore’de Katliam (yukarıda) adlı büyük boyutlu eserlerinde Guernica düzeyinde etkili bir biçim ve anlatım bütünlüğü yoktur. Buna karşılık 1952-1970 arasında “espri kopyaları” adını verdiği çalışmalarıyla kendinden sonraki birçok ressamın deneyeceği bir uygulamanın ilk ve en başarılı örneklerini vermiştir. Cranack’ın çeşitli eserlerini yorumlamakla başladığı bu yeni çalışmayı Courbet‘nin Sen Nehri Kıyısında Uyuyan Kızlar, Delacroix‘nın Cezayirli Kadınlar, Velazquez’in Nedimeler ve Manet‘nin Kırda Öğle Yemeği’ni konu alan bir dizi resimle sürdürmüştür. Bunlardan başka çeşitli tekniklerle gerçekleştirdiği erotik desen ve gavürleri de son yıllarının önemli çalışmalarındandır.

Picasso, sayısı on bini aşan yapıtlarında her türlü anlatım biçimini denemiş ve her zaman kendine özgü kalmayı başarmıtır. Sanat tarihinde onunk adar çeşitli eğilimleri denediği halde gene d kendini kabul ettirmiş sanatçılar çok azdır. Öte yandan yeni deneyişler adına, bür gün yarattığını ertesi gün yok etmekten çekinmeyen tutumuyla da 20 yy’a özgü araştırıcı sanatçı tipinin ilk örneği olmuştur. Çağdaşları arasından ondan etkilenmemiş hemen hemen kimse yoktur.

Picasso 1899 – Picasso 1907 – Picasso 1946- Picasso 1972


28 Nisan 2008

BARSELONA ÜÇLEMESİ 2: JUAN MİRO

KISACA HAYATI

Juan Miro 20 Nisan 1893′de Barselona’da doğdu. Babası varlıklı bir tüccardı ve çocukluk yaşlarından itibaren küçük Juan’ın sanata olan eğilimini destekledi. 1907-1910 yılları arasında Barselona Güzel Sanatlar Okulu’na, 1912′den sonra da bir süre Gali Akademisi’nde öğrenim gördü. İlk sergisini 1918′de Barselona’da açtı. 1919′da Paris’e yerleşti. Picasso ile tanıştı ve öncü sanatçılarla, Paris Dadacıları ile ilişkiler kurdu. 1920′den sonra zamanını kışları Paris’te, yazları ise Barselona yakınlarındaki Mantroig’deki aile çiftliğinde geçirmeye başladı. 1924′te yayınlanan ilk Sürrealist Manifestoyu imzaladı, ertesi yıl Diaghilev’in Romeo ve Juliet balesinin sahne kostüm tasarımlarını yaptı. 1941′de ilk kez eserleri New York’ta sergilendi. Yapıtları Archile Gorky gibi çağdaş Amerikalı sanatçıları etkiledi. 1944′de seramik çalışmalarına başladı. 1947′de A.B.D’ye gitti. Cincinati’deki Hilton Oteli’nde bir duvar panosu yaptı. Bunu Harvard Üniversitesi’ndeki duvar panosu izledi. 1958′de Paris UNESCO Merkezi için iki seramik pano ( Güneş ve Ay ) gerçekleştirdi.1955-1959 arasında çalışmalarını daha çok seramik, taşbaskı (litograf) ve gravür üstünde yoğunlaştırdı. Bu dönemde hemen hemen hiç resim yapmadı. 1960′ta yeniden resme ağırlık verdi. Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde toplu sergiler açtı. 1975′te, dostu Jose Luis Sert’in tasarımıyla Barselona Montjuic tepesinde adını taşıyan bir müze açtı. (2005 Aralık ayındaki Barselona seyahatimde bu müzeyi gezebilmiş olmaktan dolayı çok mutluyum. Miro’nun resim sanatındaki tartışılmaz önemi dışında çok iyi bir koleksiyoner olduğunu görünce çok şaşırmıştım) Miro 25 Aralık 1983′de ölmüştür.

FARKLI SANATI

Joan Miro Sürrealist akıma kapılıp Amerika’da etkili olmuştur. İspanya İç Savaşı ve ardından 2. Dünya Savaşı’na kadar Miro yazlarını İspanya’da ya Barselona, ya da Mayorka’da geçirmiş, Barselona yakınlarındaki babasının Montroig çiftliği sözkonusu olduğunda “Ben doğduğum odada resim yapıyorum” demiştir. Kışlarını Paris’te geçiren Miro’nun Paris öncesi çalışmalarında ayrıntıların saplantı düzeyinde olduğu görülür. Örnek Çiftlik (1920-21).

Miro, gerek figüratif, gerekse soyut resimleride her zaman Sürrealizm ilkelerine bağlı kalmıştır. Amacı bilinçaltındaki yaratıcı güçleri us ve mantığın denetiminden kurtarmaktır. Resimde geleneksel betimleme ve düzenleme biçimlerine tümüyle karşı çıkmış, mantık dışı fantazilerin anlık anlatımlarını, deneyimlerin gerçekliği ile birleştirmiştir. Temelde çoğu sürrealist ressamların benimsediği kavram ve teknik sınıflandırmaların dışında kalmayı yeğlemiştir.

Paris’te Miro’nun Sürrealisme yakınlık duymasının nedeni, bu akımdaki şiir öğesiydi. 1925′de Sürrealismin ilk sergisine Çiftlik resmi ile katıldı, ama kendisi o tarihte resmini çok daha yalınlaştırmıştı. 1924 tarihli Sürülmüş Toprak, onun özgün üslubunun ilk örneklerindendir. Bu tür resimler figüratif niteliklerini korumakla beraber, düz bir zemin üstünde düşsel etkiler taratan köşeli, ince, sivri biçimleri de içerir. Artık tuali söylemek istediği şeyleri üzerine yerleştireceği büyük veya küçük yüzey olarak görüyordu. Tuale lekeler sürüp, bu lekeleri dağıtıyor, böylece onlara görsel bir gerçeklik kazandırıyordu. Daha sonra – çoğu Çiftlik tablosunda ilk örnekleri verilen- işaretler ve simgeler ekliyor, bunlar da lekelerin derinliği olmayan yüzeyinde boşlukta sallanıyordu. Burada belli bir insanın iç odaklanmasının el verdiğince kendine özgü dili ve cümle yapısıyla dile getirdiği bir açıklamayı algılarsak da, bütün bu olayların hızı her şeyden çok dikkatimizi çeker. Bu teknik bize Malevich’in “Suprematist” resimlerini hatırlatsa da, bunlar dışa dönük, kozmik mekanı ve ressamın evrensel saydığı, kişisellikten arınmış gerçeği yansıtan resimlerdir. Ayrıca, önceleri zor görünse de, Miro’nuni şaretlerle kurduğu dil, resimleriyle bir yakınlık kurulup onun sıradan, fakat aynı zamanda da insalcıl ilgilerinin ortaya çıkmasıyla kendi kendini anlatır. Eğer Malevich’in beyaz yüzeyi uzayı betimliyorsa, Miro’nun yüzeyi de çok iyi bildiğimiz bir duvarı, işaretleri de çoğu zaman hepimizin kişisel hayatıyla ilgili duvar karalamalarını betimler. Avcı-1924-25 / tuval üzerine yağlı boya 1920′li yıllardaki çalışmaları arasında Katalan şair Gertrudis için yaptığı illüstrasyonlardandır. 1928 yılının baharında gittiği Hollanda ve Belçika’daki müzeleri gezmiş ve 17 yüzyıl Hollanda resmin onu derinden etkilemiştir. Oradan aldığı ünlü Hollandalı ve Belçikalı ressamlara ait eserlerin posta kartları önemli esin kaynağı olmuştur. Örnek; Dutch Interior I – 1928 .

1920′li yılların sonlarına doğru, Paul Klee’nin etkisi altında Miro’nun biçimlerinde bir arınma izlenir.Miro’nun resimleri kendiliğinden ortaya çıkmış ve genellikle çabuk yapılmış izlenimini veren resimlerdir. Bu özelliklerinden ötürü Breton’un aradığı ‘bilinçaltının en bozulmamış biçimde resime aktarılması’ niteliğine en çok yaklaşan türün örnekleri olduğu için, Breton, Miro’yu Sürrealistlerin arasına çağırmaktan büyük mutluluk duymuştur. Ama Miro, pek ender olarak otomatizmden yararlanmıştır. Daha sonra değişik türdeki (resimlerinin yanısıra yaptığı heykel, üç boyutlu başka yapıtlar ve duvar seramikleri gibi) yapıtları, onun uzun ve titiz bir çalışmayı gerektiren kompozisyon ve tasarımlarla daha çabuk ortaya çıkarılmış arasında rahatça bir çalışma yolu benimsediğini gösterir. Üzerine uzun uzun çalışılmış resimler, Eski Ayakkabılı Natürmort‘da ( 1937, tuval üzerine yağlı boya) olduğu gibi, konulu içeriğin ağır bastığı yapıtlardır. Bu resim, atölyede bir araya getirilen şişe, çatal batırılmış elma, ikiye bölünmüş somun ekmek ve ayakkabı gibi nesnelere bakılarak yapılmıştır. Resim üzerine beş ay çalışan Miro, gerçekçi bir konuyu süper gerçekçi bir konuya dönüştürmüştür. Bu resim İç Savaşın gölgesindeki İspanyol köylülerini simgelemektedir. Tanınabilir nesnelerin çevresinde, soyut nesnelerin sallandığı görülür; bu nesneler karabasaların iç bulandırıcı boşluğuna yerleştirilmiştir, elektrik ışığı ile karanlık renklerle aşırı keskin ya da belirsiz biçimler bu duyguyu daha da pekiştirir.

Başka yapıtlarında Miro’nun tümüyle soyut biçimlerle çalıştığı görülür; bunlar her zaman onun yaşantısına karışmış bir şeyin simgesidirler ve hemen hemen her zaman canlı hayatın izlerini taşırlar. Bazı durumlarda ise Miro’nun kullandığı işaretler ve biçimler, hiçbir şeyle ilgili değildir. 1930′larda yaptığı heykellerin bir bölümü tahta, şapka, pabuç ve benzeri hazır nesne(ready-mades)den oluşmuş “nesne” niteliğindeki yapıtlardır. Bir bölümü ise Jean Arp’ın yapıtlarını anımsatan, tahtadan strüktürlerdir.

Kadın ve Kuş ( Barselona )

Not : 2007 Nisan ayında başlayıp tamamlayamadığım Barselona Üçlemesinin ikinci ressamı Joan Miro yazısına son noktasıyı koymak bugüne nasip oldu. Sanırım Miro yazısını bitirmemdeki en büyük etken 3 Mayıs 2008′de Pera Müzesinde açılacak olan Joan Miro sergisi. Herkesin bu harika ressamın eserlerini görmesini dilerim.


29 Haziran 2008

BARSELONA ÜÇLEMESİ 1: SALVADOR DALİ 

KISACA HAYATI

Salvador Dali 11 Mayıs 1904′de Barselona’ya yakın ve koyu katalanlığı ile ünlü Figuras’da doğdu. Babası Salvador Dali Gusi serbest düşünceli bir adamdı ve oğlunu Tolstoy’un serbest eğitim fikirlerini benimseyen ve yanlız fakir çocukların gittiği şehir okuluna gönderdi. Arkadaşları ile arasındaki farkı ayrımsadıkça kendine güveni arttı ve megaloman eğilimler göstermeye başladı. 17 yaşında (1921) Madrid Güzel Sanatlar Akademisinin sınavlarında başarılı oldu. O zamanlar sapı altın kakmalı bir baston, kadife bir ceket, upuzun saçlar ve favorilerle dolaşıyordu. Madrid Akademesi’nde “progressiv” yani o zamana göre empresyonist anlayışta bir öğretim vardı. Dali son derece titiz bir desen perspektif ve eski ustaların boyama tekniğini öğrendikten sonra bunları empresyonist akıma uygulamayı doğru buldu. Kübizm ve Fütürizm onun ilgi alanına giriyordu. 1924′te “Valori Plastici” dergisi aracılığıyla “Pittura Metafisica” (metafizik resim ) örnekleri ile tanıştı. İlk kişisel sergilerini Barselona (1925) ve Madrid(1926)’de açtı.

1928′de Versailles Sarayı ile Grevin Wax Müzesini görmek ve Picasso ile tanışmak üzere Paris’e gitti. Sürrealistçevrelerle bağlantı kurdu ve zamanla bu akımın öncülerinden oldu. Uluslararası Sürrealistler Sergilerine katıldı. 1929′da Paul Eluard’ın karısı Gala’ya aşık oldu. Bu aşk bir ömür devam etti ve Gala Dali’nin hayatı boyunca en büyük ilham kaynaklarından biri haline geldi. Dali ve Gala tanıştıları yıl evlendiler. İlham kaynağı olmanın ötesinde Gala’nın ileri derecedeki ticari zekası Dali’nin yaratıcılığının maddi anlamdaki büyük geri dönüşünün de ana nedenidir.

Dali’nin 1929′da Galeria Deamans’da açtığı sergi büyük başarı kazandı. Yönetmen Bunuel ile 1929′da “Un Chien Andalou(Endülüs Köpeği)”, 1931′de de “L’age Dor (Altın Çağ)” adlı filmler üstüne çalıştı. 1934′de Lautreamont’un “Chants de Maldoror” adlı yapıtını resimledi. 1937′de İtalya’yı gezdi. Rönesans dönemi yapıtlarını ve barok üslübun örneklerini inceledi. 1940′da 2. Dünya Savaşı’nın başlaması ile birçok Avrupalı ressam ( Leger, Ernst, Chagall, Mondrian, Moholy-Nagy ) gibi o da Amerika’ya yerleşti.

1941′de NewYork Modern Sanatlar Müzesi’nde büyük bir toplu sergi açtı. Ertesi yıl “La vie secrete de Salvador Dali (Salvador Dali’nin Gizli Yaşamı)”, 1948′de “Fifty Secrets of the Art Magic” (Büyü Sanatının Elli Sırrı) adlı kitaplarını yayımladı. 2. Dünya Savaşı sonrasında İspanya’ya dönerek Katalonya bölgesindeki Cadagues’e yerleşti. Burada yanmış bir kiliseyi belediye başkanının iknası sonrasında Dali Müzesi’ne çevirme çalışmalarına Gala ile başladı. Ben bu müzeyi 2005 yılı Aralık ayında Barselona’ya gerçekleştirdiğim seyahatimde gezme imkanını buldum. Muhteşemdi. (Solda:Figuras Dali Müzesi-fotoğrafı büyütmek için üstüne tıklayınız)

Gala’nın ölümünden kısa sonra 1989′da doğduğu topraklarda gözlerini hayata ebediyen kapadı.

UZUNCA BİR NOT:

SÜRREALİZM ( Gerçeküstücülük ): Sürrealist manifesto 1924′de yayınlanmıştır. Bu manifesto Sigmund Freud’un etkisi altında kaleme alınmıştı ve çevresine fikirleri ile büyük etki yapan Andre Breton’a aitti. Breton, Louis Aragon ve Phillippe Soupault, “Literature” adındaki dergileri ile Dada hareketini destekliyorlardı. Fakat Andre Breton 1920′de Dada hareketi ile olan ilgisini kesti. Breton sanatta nesneye daha az önem verilmesi gerektiğini savunuyordu ve Sürrealist programın klasik tanımını “Revue Surrealiste” de (1925) yazdığı yazıda şöyle açıklıyordu: “Sürrealizm saf psikolojik iradesizlik olup, bunun vasıtasıyla, sözlü yazılı ya da tamamen başka bir biçimde, gerçek düşünce fonksiyonunun anlatmı tasarlanır. O, her türlü düşüncenin kontrolünden uzak, her çeşit estetik ya da ahlaki koşulların dışında hareket eder. Sürrealizm, şimdiye dek ihmal edilmiş düşünce yapısı sırasının üstün gerçeğine, mutlak fikrin gücüne düşüncenin menfaatsiz oyununa inanmaya dayanır. Sürrealizm diğer bütün ruhbilim teorilerini çürütmeye çalışır ve kendini onların yerine, en gerçek problemlerin çözülüşü için koymak ister” ve devam eder “Plastik sanat eserinin bütün gerçek değerlerin gözden geçirilmesi gereğine (bu hususta bütün düşünürler aynı fikirdedir) uymak için, kendini bir iç biçimlendirmeye tabi tutması gerekir. ya da sanat eseri var olmayacaktır.” (Yukarıda : Belçikalı sürrealist Rene Maritte “Bu bir pipo değildir”)

Sürrealizmin amacında edebi ve artistik bir okul olma iddiası yoktu. Biçime değin problemler sürrealist sanatı ilgilendirmez. İçeriğe değer veren bir sanat akımı olarak bu akım, Empresyonizmden bu yana yasak edilen edebiyatı, boyama sanatına yeniden sokar. Sürrealizm ile, alışkın bulunulan aklın kurduğu evren yanında, insan hayal gücü, içe-doğma ve akli olmayan dünya, yararlanılacak, fethedilecek dünya olarak ortaya atılıyordu. Sürrealist için yetenek sözkonusu değildir. Jacques Maritain’e göre Sürrealiazm, “sihirli olan mekanizmanın vecd içinde hürriyete kavuşmasının bir örneğidir”.

Sürrealist resim sanatında önemli bir rol oynanan mantıksızlık en çok acayip biçimli radyo düğmelerinde ya da sık sık sözü edilen “bir şemsiyenin bir dikiş makinası ile tesadüfen ameliyat masasında karşlaşması”nda ortaya çıkmaktadır. Alman Max Ernst, öğeler ne kadar keyfi olarak bir araya gelebilirse, eşyanın kısmi ya da tam olarak başka bir biçimde anlatımının o oranda olanaklı olduğunu söylemektedir.

DALİ’NİN DEHA DOLU SANATI

Dali sonsuz çöle benzeyen ovaları Yves Tanguy’dan, perspektif üzerine resmleme tarzını Chirico’dan, etten taşa olan geçişi de Max Ernst’den almıştır. O, içeriğin tuhaf devrimcisidir. Kendi sıradışı çalışma tarzı ile müze ressamlarının, Raphael’in ya da Vermeer’in yaptığının aynını uygulamak istiyordu. (Yukarıda-Metamorphosis of Narcissus – Narcissus’un Başkalaşımı)

Sürrealizme Yönelme

Dali’nin ilgiyi üstine çekmek için yaptığı olandışı daranışlar sanatını ve gerçek sanatçı kişiliğini zaman zaman gölgelemiştir. Ama yine de o Batı resim geleneğini yakından tanıyan dikkatli ve titiz bir resim ustasıdır. Öğrenciliğinde akademik resmin yöntem ve kurallarını büyük bir kolaylıkla kavramış, çeşitli sanat dergileri aracılığıyla Kübizm, Fütürizm (Gelecekçilik) ve Metafizik resim gibi eğilimleri yakından izlemiştir. Özellikle 1928′e değin Chirico başta olmak üzere metafizik ressamların düşsel gerçekliğinden ve nesnelerin gizemsel dünyasına gösterdikleri ilgiden etkilenmiştir. Düşsel bir Gerçekçilik (Realizm) anlayışıyla Fütürizm arasında orta bir yol aramıştır. Ancak Freud’un kuramlarını öğrendikten sonra bilinçaltı imgelerin akıldışı dünyasını olduğu gibi betimlemeye yönelik bir üslup geliştrimeye başlamıştır. Biyomorfik ya da Mutlak Sürrealizm’in karşı seçeneği olan bu eğilim Veristik Sürrealizm olarak adlandırılır. Biyomorfik Sürrealizm’de salt biçimler ve renkler, Veristik Sürrealizm’de ise gerçekçi biçimde işlenmiş, birbiriyle bağlantısız imgeler otomatik yöntemler aracılığıyla bir araya getirilir.

Dali daha ilk yapıtlarında geliştirdiği kendine özgü bir mitolojiye ve bilinçaltı dünasının imgelerine sonuna dek bağlı kalmıştır. Bu resim dünyasında Katalonya kıyılarının görüntüleri, bir de Dali’nin çocukluk yaşamıyla ilgili anılar büyük yer tutar. Dali bu değişik nitelikteki görüntü ve imgeleri Max Ernst’in frottage yönteminden esinlendiği ve paranoiac-critical activity (paranoyak-eleştirel etkinlik) adını verdiği bir yöntemle işler. Bu yönteme göre zihni ve bilinçaltını sürekli heyecan ve taşkınlık halinde tutmak temeldir. Bu yolla üretilen anısal ve düşsel imgeler dış dünya gerçeğinden bağımsız bir bağlam içinde bir araya getirilerek şaşırtıcı görüntüler elde edilir. Sürrealistler, olaylar ve ya da imgeler arasında beklenmedik bağlantılar kurarak akıldışı olayların kendiliğinden oluşmasını sağlarlar. Aklın denetimi olmadan bilinçaltından kaynaklanan imgelerin akılcı ve aşırı gerçekçi bir yöntemle işlenmesi, Dali’nin Veristik Sürrealizm’inin etkileyici yanlarından biridir. Onun resimlerinde neyin gerçek, neyin düşsel olduğunu ayırmak imkansızdır.

İkili İmgeler

Dali’nin aynı anda iki ayrı şeyi temsil eden ikili imgeleri kulllanma tutkusu da resminin temelniteliklerindendir. Örneğin, bir resminde masa üstüne yerleştirilmiş bir vazonun her iki yanında kalan boşluklar, aynı zamanda karşılıklı iki profil portre görünümünde düzenlenmiştir. Gene Voltaire’in Yok Olduğu Esir Pazarı adlı yapıtında siyah şapkalı kadınların başları, bir yandan da Voltaire’in büstünün gözlerini oluşturur.

Dali’nin resimleri, hadım edilmekten ve boşluktan duyulan korku, mastürbasyon, doğum öncesi yaşama duyulan özlem gibi cinsel imgelerle doludur. Ancak Dali yapıtlarını en ince ayrıntılarına dek kendisi yorumlar ve izleyicinin bilinçaltı dünyası ile akılcı bir yorum arasında bölünmesine yol açar. Bu bölünme resminin çarpıcı etkisini daha da arttırır.

Genelde Dali’nin sanatı, aklın gerçeklerin üstüne örttüğü örtüyü kaldırmak olarak tanımlanabilir. Bu örtünün altındaki dünya, zaman kavramını dışlayan erimiş saatler, bozulmaya başlamış vücut parçaları, yanan zürafalar, gövdesinde çekmece taşıyan insan figürleri gibi onun kendi yaşantısından kaynaklanan imgelerle vücut bulur. Örneğin – bir hadım etme olayı olarak yorumladığı – Guillame Tell efsanesini konu alan bir dizi resmini, banasıyla bozuşması üzerine yapmıştır. Yiyeceğe karşı aşırı düşkünlüğünü Gala’yı omuzlarında parça etlerle gösteren bir resimle betimlemiştir.

Dali emperyalizmi öven sözleri ve parasal çıkar sağlama eğilimi nedeniyle, burjuva ahlakına karşı çıkan Gerçeküstücülük’ün devrimci tutumuna giderek ters düştü ve 1939′dan başlayarak Sürrealistler tarafından hareketin dışında görülmeye başlandı. Oysa Dali’de 1937′de İtalya’da yaptığı geziden sonra İtalyan Rönesans sanatından etkilenmiş, özellikle Raffaello’dan kaynaklanan bir tür Klasizm (Klasikçilik) arayışı içine girmişti. II. Dünya Savaşı sonrasında barok geleneğin izlerinin açıkça duyumsandığı mistik bir sanat anlayışı geliştirmiştir. Gene de budeğişim bütünüyle sürrealist bir bakış açısının dışında değildir. Onun bu dönem resimleri, özellikle imgelerin bir araya getirilişiyle hala gerçeküstü bir hava taşır. Ancak Dali bu yapıtlarında 16. yy İspanya’sının yayılmacı ruhunu ve Katolik hareketin militan tavrını övmüştür. Dai’nin gelişiminde son vardığı yer, atalarının inanışına dönüşü ile anlaşılır. O, evrimsel mitolojie, Hıristiyanlık mitolojisine ulaşmak için, kişi mitolojisine son verilmesi gerektiği kanısı olmuştur. Bundan dolayı o, üç metre boyutundaki Port Light Madonnası nı (sağda-remi büyütmek için üstüne tıklayınız)) ve Evliya Yahya İsa’yı çarmıhtan indirirken i boyamıştır. Bu iki eserden sonuncusunu, bir galeri büyük bir ödeme yaparak satın alır. Fakat Dali’nin yalan uydurarak alay etmeye olan eğilimi, dini resimlerinde kutsal olana saldırı olarak görülmüştür.

Dali resmin dışında, şiir ve heykelle de uğraşmıştır. Olgun değerde gravür litografiler de yapmıştır. Dali’nin eserlerinde anatomik vücut etüdleri görürüz. Bu, ressamın sürrealist bir sanatçı olmasını önlemez. Çünkü , bu sağlam anatomili vücutlara, çağın sürrealist görüşünü kaynaştırmıştır. Böylece bu dünyanın yapısına sahip vücutlar onun tarafından sürrealist dünyaya sokulmuştur. Dali, Metafizik resimdeki gibi, insanlarını kendi dünyasında yabancılaştırmaktadır. Ayrıca karnavallar düzenlemiş, giysi ve vitrin tasarımları yapmış, bu konularla kurumsal düzeyde ilgilenmiştir.


27 Nisan 2009

HAT SANATI TARİHİ 

seyh_hamdullah_0004
Şeyh Hamdullah

Son araştırmalara göre Arap yazası, bugünkü Filistin yöresinde yaşayan Nabati adlı bir Sami kavminin yazısından çıkmıştır. Arap yazısının estetik bir yapıdan uzak ilk örneklerine Hz. Muhammed’in doğumundan iki yıl önce yazılmış olan Zebed adlı yazıtta rastlanır Bu yazı daha çok köşeli bir karakter taşımaktadır.

İslamiyeti kabul eden uluslarca benimsendiği için, Arap yazısı, İslam yazısı olarak adlandırılır. Bu yazı, önceleri değişen siyasal merkezlere göre tanımlanıyordu. Yani Mekke’de mekki, Medine’de medeni adını alan İslam yazısı, dördüncü halife Ali’nin Küfe kentini başkent yapması üzerine Küfi olarak adlandırılmış ve bundan sonra da bu adla tanınmıştır. Bu yazı 10.yy’da Abbasiler’in ünlü veziri ve hattatı İbn Mukle’nin elinde değişikliğe uğramıştır. Onun kufi yazıdan oluşturduğu muhakkak, reyhan(reyhani), silis, nesih, tevki ve rik’aadıyla anılan altı çeşit yazıyla, harfler artık köşeli görünümlerini kaybederek yuvarlak bir karakter kazanmıştır. Harflardeki yuvarlaklık, hat sanatının birden bire gelişmesine yol açmıştır. Bu altı çeşit yazıya aklam-ı sitte(altı kalem) adı verilir.

Aklam-ı sitteyi oluşturan yazılardan muhakkak ve reyhani boylarının büyüklüğü nedeniyle 16.yy’dan sonra terkedilmiş ve yerlerini sülüs ile nesih’e bırakmıştır. Tevki genellikle vakıf işlerinde, vakfiyelerin yazılmasında rik’a ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca hattatlar, öğrencilerine verdikleri icazetnamelerin (diplomaların) altına kendi imzalarını ve “bu kişiye yazı yazma izni verdim” cümlesini bu yazı ile yazdıklarından, rik’aya Osmanlı Türkleri’nde hatt-ı icaze ya da hatt-ı icazet adı da verilmiştir.

Aklam-ı sitte’yi İbn Mukle’den sonra 11. yy’da Arap Hattatı İbnü’l-Bevvap geliştirmiş, 13. yy’da da Yakut-i Musta’sımi güzelleştirmiştir. Bu tarihten sonra Türkler de hat ve hattatlıkla uğraşmılardır. II. Beyazıt döneminde yetişen Seyh Hamdullah (yukarıda), Yakut’un eksiklerini tamamlayarak yazıyı kurallar içine aldığı gibi, estetik bakımdan da geliştirmiş ve Türk beğenisine uydurmuştur. 15. yy’dan sonra İstanbul, hat sanatının merkezi olmuştur.

Aklam-ı sitte’den sonra 11. yy’ın başlarında, İran’lı hattatların çabasıyla, birleşmeden yazılan harflerin de birleşmeye zorlanmasıyla talik adı verilen yazı çeşidi ortaya çıkmıştır. Büyük
olasılıkla tevki’den sonra geliştirilen bu yazıyı okumak ve yazmak çok zordur. Bir kelimedeki bütün harflar birbirine asılı bir durumda bulunur. Zaten talik sözcüğü de asılı, sarkık anlamına gelir. Bu hat Türkiye’de hemen hemen hiç kullanılmamıştır.

Zorluğu yüzünden talik, 14. yy’dan sonra az kullanılmaya başlanmış ve yerini, genel olarak ona benzemekle birlikte yazılması ve okunması daha kolay olan ve adına nestalik denen yazıya bırakmıştır. İran ve Azerbaycan’da gelişen bu yazı, Türkiye’ye Fatih Sultan Mehmet döneminde girmiş ve 19. yy’da İran üslübundan kurtularak Yesarizade Mustafa İzzet’in(sağda) elinde bir Türk nestaliki niteliğine bürünmüştür. Nestalik daha çok edebiyat yapıtlarının, divanların yazılmasında ve ayrıca Şeyhülislamlık dairesinde kullanılmıştır.

Arap ve İranlılar’dan sonra Türkler’in de hat sanatına bazı katkıları olmuş, divani ve celi divani yazılarını Türkler icat etmiştir. Divani, ilk kez I. Çelebi Mehmet dönemi belgelerinde görüldüğü için daha önce gelişmiş olduğu akla gelmektedir. Celi divani ise dinani’nin irisi demektir. Bu iki yazıda harfler iç içe yazıldığı için okunması zordur.

Geçmiş Dönem Türk Hattatları (alfabetik) : Abdulfettah Efendi, Abdullah Muhsinzade, Ahmed Karahisari, Aziz Efendi, Çarşambalı Hacı Arif Bey, Çırçırlı Ali Efendi , Dedezade, Derviş Abdi, Derviş Ali, Esma İbret Hanım, Ferhat Paşa,  Hacı Arif Efendi, Hafız Osman, Hasan Çelebi (Hasan bin Ahmed), Haydarlı Ali Efendi, İmad, İsmail Zühdi Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Mahmud Celaleddin, Mehmed Nazif Bey, Mehmed Şefik Bey, Mehmed Şevki Efendi, Mustafa Dede, Mustafa Eyyubi, Mustafa Rakım, Nazıf Bey, Ömer Vasfi Efendi, Ramazan bin İsmail, Sami Efendi, Seyyid Abdullah, Seyyid Mehmed, Sultan II. Mahmud, Sultan III. Ahmed, Şeyh Hamdullah, Veliyüddin Efendi, Yesari Mehmed Esad Efendi, Yesarizade Mustafa İzzet


25 Temmuz 2007

23 TEMMUZ 2007 PAZARTESİ, GÜNÜN ERTESİ

Üzüntüden hastalanıp 23 Temmuz 2007 Pazartesi günü işe gidemedim. Genel Müdürü’me de CHP yüzünden hastalandığımı ve işe gelemediğimi belirttim. Anlayışla karşıladı.

CHP’nin resmi sitesinden de Deniz Baykal ve idari kadrosuna “Türkiye Sosyal Demokratlarının ensesindeki asalak olmaktan ve kanımızı emmekten vazgeçmesini” belirterek oldukça ağır bir mesaj yazdım. Mesajımın hemen sonrasında kendisinin seçimlerden sonraki medyaya yaptığı ilk konuşmasına dair haberi radyodan dinledim. Ve “ÇÜŞ” dedim. Kendisinin tanımlamasına göre ben bir “CHP düşmanı” oluyorum. Sayın Baykal, ’senin ne haddine ‘CHP’li olmak’ parametrelerini saptamak ve bir numaralı parametre olarak kendinin onanmasını koymak. SEN KİMSİN ? ……. BAŞIMIZDAKİ BELA OLMAKTAN BAŞKA ?

Karar verdim. İstikrarlı bir şekilde hergün asalak Deniz Baykal’a ve yüzsüz idari kadrosuna mesaj atacağım. Hatta günde 3 tane. Hiçbiri birbirine benzemeyen mesajlar. Bütün Türkiye Sosyal Demokratları tepkilerini ortaya koymalıdır. Oturmakla olmuyor.

Bütün Sosyal Demokratları http://www.chp.org.tr/ sitesinden parti merkezini “BAYKAL İSTİFA” mesajları ile sallamalarını diliyorum. Mesajların ötesinde düzenli olarak partiyi bırakmadığı sürece Baykal’ın şahsına mektup yazacağım. Onda asalaklık üzerine katır inadı varsa, dinsizin hakkından imansız gelirmiş.

AKP’yi de seçim zaferinden dolayı tebrik ediyorum.

Not: 16 yıl önce yazılmış satırlar cayır cayır yanıyor. Bu gönderi gibi başka alev almış satırlar dolu blogda. Okuyup sonra içimi dinliyorum. Çıt çıkmıyor. Plak takılmış, hep aynı bozuk name, ben niye bağırayım dinginliği var. Hatta gülüyorum, koltuk enteresan, zift gibi yapışkan. Mesajlar da işe yaramamış belli ki, ancak 2010’da kaset skandalı ile zift zorla çözüldü … sonra da … işte yıl 2023 … aynı bozuk name mi, ne, bilmiyorum. Stratejik sessizliği, çivisi çıkmış bir Türkiye ve Dünya’da akışımı akılsızların akılsızlıkları ile bozmamayı tercih diyorum. 


22 Şubat 2006

YAŞGÜNÜN KUTLU OLSUN 🙂

Sevgili ablam Başak Dede,
37. yaşın kutlu olsun.
Daha nice sağlık, mutluluk dolu yaşlara…

 


14 Kasım 2006

BABALARIN EN KISKANCINA KARŞI DİŞİLER İTTİFAKI 

11 Kasım Cumartesi günü annem, Başak, Eda ve ben “ailenin dişileri” temalı, hepimizin kendi evlerinde çerçeve içine alabileceği bir fotoğraf çektirmeye karar verdik. Fikir, daha doğrusu talep annemden gelmişti. Amaaaaaaa kambersiz düğün olur mu ? Bizi yol üstünden geçerken fotoğrafçıya bırakabileceğini (!!) söyleyen babamız bir baktık ki dükkanın içine girmiş. Meğerse (!!!) vesikalıkları bitmiş (!!!) ve çektirmesi gerekiyormuş. Bu acil (!!!) ihtiyaca ailenin dişileri olarak tepkimiz bakışlarımızı dört ayrı yöne çevirip koro şekline ” Hep öyledir zaten” demek oldu. Evet, doğru, babam vesikalık fotoğrafını çektirdi, herhalde aşağıdaki karelere de babam için ‘günün -beklenmedik- sürprizinden’ başka birşey diyemeyiz ! :)

Pes baba … ne kıskançsın …


1 Mart 2009

SAM MENDES’İN HAYALLERİN PEŞİNDE FİLMİ ÜZERİNE 

Dün Yaprak’ı yine anneannesine bırakıp sinemanın yolunu tuttum. 81. Oscar ödüllerinin hemen sonrasında vizyona giren “Slumdog Millionere” ve “Revolutionary Road”dan birini görmek için seçim yapmam gerekiyordu. Ben en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Kate Winslet’in başrollerini Leonardo Di Caprio ile paylaştığı, yönetmenliğini kocası Sam Mendes’in yaptığı “Hayallerin Peşinde – Revolutionary Road” filmine gitmeyi tercih ettim. Film hakkında hiçbirşey okumamış, hatta konusunu bile öğrenmemiştim.

Başlangıç olarak iki başrol oyuncusunun benim kafamdaki yerlerinden bahsetmek istiyorum. Kate Winslet son dönem sinema dünyasının en beğendiğim kadın oyuncularından. Özellikle dramatik rollere yatkın bir tipinin ve oyunculuğunun olması onun “Hayallerimin Peşinde”deki April rolüne biçilmiş kaftan yapmış. Leonardo Di Caprio ise yıllar geçse bile “bebek surat” kalmaya mahkum, sevip sevmediğimi pek kestiremediğim ama tartışmasız çok iyi bir oyuncu. Bu filmde de sanatını konuşturmasına rağmen maalesef o “bebek suratı” beni sürekli rahatsız etti. Sanki oynadığı Frank karakteri Di Caprio’dan bir beden büyükmüş gibi geldi bana.

Filmin konusu ve akışı bana bildiğimiz Amerikan sinemasından çok Avrupa, hatta daha spesifik olursam Fransız ekolünü hatırlattı. Zaten Paris, şehri hiç göremesek bile filmin çok önemli bir girdisi. Frank ve April 1950′li yıllarda sıradışı, yüksek ideallerle hayatlarını kurmak hevesinde olan iki genç iken, yıllar geçtikçe asla dahil olmayacaklarına inandıkları ve söyledikleri Amerikan hayat sisteminin çarklarına girdiklerini görürler. Bu durum ikisinde de büyük hayal kırıklığı yaratır ve bu hayal kırıklığı her ikisinin de hayatlarına farklı boyutları ile yansır. Bu kısır döngüden kurtulmak için April’in yarattığı Paris fırsatı da elden gidince ailenin sarsıcı sonu ile seyirci buluşur.

Sıradışı ideallerinizin bittiği, sıradanlaşmış hayat çarklarına karşı verdiğiniz savaşı kaybettiğinizi hissettiğinizde siz ne yapardınız? Ama belki de siz hiçbir zaman bir idealist olmadınız. Ben filmi izlerken Frank’in (Leonardo Di Caprio) “boşluğun umutsuzluğu” şeklinde adlandırdığı sistemin çarklarına dahil olup olmadığımı düşündüm hep, birçok sahnede kendini April ile özdeşleştirebildim, bazılarında ise April ile farklı yollara, çözümlere gittim.

Ayrıca filmin isminin “Hayallerin Peşinde” olarak Türkçeye çevrilmesi bence büyük bir şanssızlık, daha doğrusu haksızlık. Çünkü “Revolutionary Road” yani “Devrimci Sokağı” isminin filmin konusunu aldığı devrimci ruhlu, bütün sokak sakinlerinin gıpta ile baktığı Wheeler çifti ile kinayeli (ironik) bir örtüşmesi var. Bu söylemimi daha da açarsam; aslen idealist Frank ve April çifti için sonun başlangıcı, bir ev satın alarak yaşamayı seçtikleri, komşu sokaklardan daha üst sınıf sayılabilecek Revolutionary Road’a taşınmaları ile başlar. Onlar da başta kendilerini sokağın ismi ile özdeşleştirirler ama sonları tam tersi yönde gerçekleşir. Elbet vizyona girmiş bir film için “Devrimci Sokağı” çok ters çağrışımlar da yaratabilecek, hiç ticari nitelik taşımayan bir isim olurdu ama eminim filmin yapımcıları eserin isminin bu şekilde çevrildiğini duysalar çok üzülürlerdi.

Filmde çok beğendiğim diğer bir nokta ise yardımcı oyuncular Kathy Bates ve Michael Shannon’nın performansları. Kathy Bates’in tipik, orta yaşı geçmiş, oğlunu delirtecek, kocasına onu dinlemektense duyma aletini kapatarak sağırlığı tercih ettirecek kadar çok ve boş konuşan, dedikoducu, müşkülpesent kadın tiplemesi harikaydı. Michael Shannon’ın canlandırdığı, büyük bir ihtimalle annesi (Kathy Bates) yüzünden tımarhaneye düşmüş, matematik doktoralı, 38 defa elektro şoka maruz kalmış John karakteri ise filmdeki anlatımsal bütün boşlukları ‘deliliği’ ile nefis dolduruyordu.

Film için yazacaklarımı April’in son sahnedeki tercihi üzerine olan yorumumla bitireceğim. Film boyunca çok yoğun empati kurduğum April ile bu son sahnede hem duygusal, hem de düşünsel bazda koptum. Hayat, eğer kişi ideallerini kendi kafasında gerçekten tanımlayabildiyse onları gerçekleştirebilmek için yeterince uzun ve bereketli. April’in kendisine ait hayallerinde uğradığı başarısızlık sonrasında Frank destekli hayalleri de yokolunca içine düştüğü ‘boşluğun umutsuzluğunu’ anlayabiliyorum ama böylesine tutkulu bir kadının kendisine başka bir çıkış yolu bulamamasını da şaşırıyorum. Eğer April’ın seçimi bir çeşit protesto, bir çeşit özgürlük veya devrimci idealizmin sonu ise, ben bu finale kıyasla ya yeterince derin, ya da o derece deli değilim, bilemiyorum …


7 Mayıs 2006

MASSİVE ATTACT

Bugün katıldığım Aşçılar Derneği’nin düzenlediği Osmanlı Mutfağı konulu panel hakkında yazacaktım ancak yeni aldığım Massive Attact’in ‘Collected’ albümünü dinlemeye başlayınca kafam uyuştu. Grubun hiçbir albümü bende yok. Galiba en sevdiğim ve bildiğim parçalarını topladıkları bu cd’yi beklemişim. Ne güzel müzik yapıyor bu insanlar. Ne büyük mutluluk. Müzik diyor ki ” Sesi hafifçe aç, ışıkları, sonra da gözlerini kapat, ayağa kalk ve bana katıl”. Bu teklifi reddetmem imkansız.

Dans etmek eğer müziğin ruhunuzu teslim almasına izin vermezseniz, size çok verimli, duygu dolu bir düşünme ortamını hazırlar. Normal zamanlarda düşünme süreçlerime ben duygularımı katamıyorum. Bence bu İpek’in en büyük, en hayati ve en çok yanlış anlaşılmasına neden olan zaafıdır. Mantık odaklı olmak benim genelde hem kendime, hem de etrafıma zararlı olabilecek tutumlar sergilememe neden olmuştur, hala da olabilmekte. Bilinçsiz olarak yaptığım incitici tutumlarımın önünü kesebilmek adına ben düşünce süreçlerimi müzik, kitap, güzel sanatlar, yazı yazmak, dans etmek, tiyatro, sinema, seyahat, şarap, mutfak, yürüyüş gibi meşgaleler ile yumuşatmaya, törpülemeye, duygularımı harekete geçirmeye çalışıyorum. Katı ve fazla kuralcı bir ortamda yetişmiş, duygusal iletişim kurma zaafı olan birinin kendisine sıradışı iletişim yolları yaratmaya çalışması, çoğunlukla çok yanlış ortamlara denk gelip, çok yanlış anlaşılsa da bence aslında saygı görmesi gereken bir çabadır. Hayattaki en büyük mücadelemiz, yenebilmemiz gereken en büyük düşmanımız kendimiz değil miyiz?

Kalbimin sesi olabilseydi albümün 14. parçasını söylerdi. Hayat adına tüm varlığımı hala benden alabilen trajik bilinçsizlik kurgulaması. Her şey nasıl bu kadar bozuk olabilir? Olumsuzluğun imkansızını yakalamak, olumsuzluklar mucizesi de bu olsa gerek. Neden herkes mucizeleri hep pozitif algılar ki? ‘Mucizevi kötü’yü ben yarattım. Bravo bana.

Not: 22.10.2023 – Annelik yüreğime ulaşmamı sağladı. Mevlana da yüreğimi işlememi. Yolculuğum devam ediyor, yasaklı bir çift gözle aşkın olabilme olasılığını deniyorum. Negatife serenat; Angel … dinle