Veda

Yılın ilk yazısını ne insan kaynakları, ne kitaplar, ne de hayatımın parçası olan bir konu üzerine yazacağım. Çocukluk, ergenlik, gençlik arkadaşım, namı değer ‘Limon’, Cem’e veda edeceğim birkaç cümle ile.

Cem’le Datça Aktur’da nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum. On iki, on üç yaşındaydım. Aslen benim değil, ablamın arkadaşı olan Cem’i, ergenlik dönemim boyunca ablamın postacı çantası gibi yanında dolaşırken benimle konuşan grup içindeki tek kişi olduğu için çok severdim. İlerleyen yıllarda iki, üç yaş farkının önemsizleştiği üniversite dönemlerindeyse artık Cem’le dost, sırdaş olmuştuk. Durgun Aktur kumsalında yıldızların yerlerini ezberlediğimiz karanlık gökyüzüne bakarken, gece sahil boyunca yürüyerek evlerimize dönerken ne çok dertleştik, ne çok tartıştık, ne çok güldük seninle. Sen de, ben de kendimize imkansız kıldığımız aşklarımızla boğuştuk o yıllarda ve ne sen, ne de ben o ‘imkansızlık’ örtüsünü zihnimizden kaldırmayı başaramadık. Şimdi düşünüyorum da, biz fazla müstakildik Cem, kendimizi gerçekten paylaşmayı belki istemedik, belki de beceremedik.

O yıllarda sen ve ekürin Serdar’ın hayatını Datça’dan Aktur’a dönüşte birlikte geçirdiğiniz trafik kazası değiştirdi. Kaza sonrası bir elini kullanamaz hale gelmen ikinizin de psikolojisini darmadağın etti. Kavgalar, suçlamalar, ameliyatlar ve ardından sizin Aktur evini satışınız yazdan yaza kesişen hayat çizgilerimizi komple ayırdı.

Benim Ankara’dan İstanbul’a geçişim sonrasında çok uzun aralıklarla ablam üzerinden senin hakkında haberler aldım. Derken Facebook açıldı. Ne hoştu tekrar karşılaşmak, yazışmak, telefonlaşmak. Sen evlenmiş ve ayrılmış, bense evlenmiş ve anne olmuştum. Sen yine müstakildin, bense yüreğimi kızımla açmış ve onun çokluğu ile ruhen büyümüştüm. Sen eski Cem’din, ben farklıydım, bunu ikimiz de farkettik. Ben Mülkiyeli, sen Gazili, iki kamu kafalı Ankaralı stratejik yönetim konularında benzer uzmanlık alanları geliştirmiştik, ortak mesleki disiplinimiz sayesinde sık sık iş konuştuk ama birlikte hiç proje geliştiremedik. Üzgünüm.

Beş yıl önce akciğer kanseri olduğunu ablamdan öğrendiğimde inanamamıştım.  Akciğer kanserinden kurtulma ihtimalinin düşüklüğünü biliyordum ve haber sonrasındaki ilk telefon konuşmamızda ne diyeceğimi şaşırmıştım. Bu kötü haber bir diğeri ile daha korkunçlaştı. Kaza sonrasında Serdar ile kopmuştunuz ve Serdar hiçbir zaman toparlanamamıştı. Dramatik hayatı ve vefatını sen kanser ile boğuşurken hep birlikte öğrendik. Serdar sanki son yıllarında adeta ölmek için uğraşmış ve sonunda başarmıştı, sense beş uzun yıl kahramanca kanserle büyük mücadele verdin, onu iki defa yenmeyi başardın. Ablama “Ölmek istemiyorum, daha çok yapmak istediklerim var” demiştin. Geçen ay zatürreden hastaneye kaldırıldığında Ankara’daydım, “Gelme” dedin telefonda, “Bugün hastaneden çıkıyorum, gelecek ay geldiğinde Kırıntı yaparız.” …

Bitkilerden söz açtığımız bir telefon konuşmasında gülümseyen ve derinden hüzünlü bir sesle “Benim için bir limon ağacı ek” demiştin, “Tamam Cem” diye onaylamıştım ben de. Biz seninle o telefon konuşmasında vedalaşmıştık.

Bu yıl sana verdiğim sözümü tutacağım. Çok şık, sarı kırmızı bir saksı alacağım, en iyi toprağa kendi filizlendirdiğim limon fidesini dikeceğim, ismini de “Cem” koyacağım.

Atatürk, Galatasaray, Türkiye tutkunu sevgili Limon, huzur içinde uyu. … Serdar’a selam söyle.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir